11.10.2016

Bilimde, Ayak Oyunları ve Hırsızlıklar




     “Taht Oyunları”nı çoğu kişi izlemiştir. Epik fantazi tarzındaki dizide krallıkların savaşı yaşanır. Ancak gerçek taht oyunları bilimdedir. Burada anlatacağım tüm isimler, bilimde zirveye çıkmış, adı ders kitaplarında formüllerle, kanunlarla vs anılan büyük bilim adamlarıdır. Newton'u bilirsiniz, hani liseden beri sıkça duyduğumuz şu meşhur İngiliz fizikçi. Newton uzun yıllardır üzerinde çalıştığı kitabı yayınlar. Diferansiyel ve integral hesap yöntemlerinden bahseden bu kitabın yayınlanması, meşhur bir Alman matematiçiyi (Leibniz) rahatsız eder. Çünkü ona göre bu yöntemleri yıllar önce kendisi bulmuş, hatta yayınlamıştır. Ancak hikayemizin konusu, Newton-Leibniz kavgası değil.

   Sayısal alanlardan mezun olanlar bilir, Bernoulli diye meşhur bir denklem vardır. Akışkanların (sıvı/gaz) temel denklemlerinden biridir. Newton-Leibniz kavgası devam ederken, çok uzak olmayan bir ülkede, İsviçre’de, Jakob ve Johann Bernoulli kardeşler bilime merak salmıştır. Büyük kardeş Jakob, Basel Üniversite’sinde matematik dersleri vermekte, abisinden daha zeki olan Johann ise tüccarlık yapmaktadır. İsviçreli kardeşler, İngiliz-Alman kavgasında doğal olarak Alman Leibniz’den yanadırlar. Her tartışmada Newton’u sahtekarlıkla suçlarlar. Zaman geçtikçe küçük kardeş Johann, matematikte kendini çok geliştirir ve meşhur Fransız matematikçi L’Hospital’a özel ders bile verir. Hatta Leibniz ile yakınlaşmaya başlar ama küçük kardeşin bu yükselişi, Prof. abisinin pek hoşuna gitmez, zamanla da hisleri nefrete döner. Küçük kardeş, yakaladığı şöhretle üniversiteye prof.luk kadrosu için başvurur ama abisi, senatoyu ikna eder ve başvurusu geri çevrilir. Bilim adamı kardeşlerin bir yandan matematikte yükselişi sürerken, diğer yandan kendi aralarındaki kavgaları artarak devam eder. İş öyle bir boyuta varır ki, yazdıkları bilimsel makalelerde kardeşler birbirini küçümsemeye, alay etmeye başlarlar! Ve bir gün büyük kardeş ölür, haberi alan küçük kardeş üzüleceği yerde, soluğu üniversitede alır ve abisinin Prof.’luk kadrosunu ister. 10 yıl boyunca abisinin engellediği prof.luk kadrosunu alır, hem de onun yerine geçer. Artık bilimde daha da prestijli olacağını düşünür. Bu arada küçük kardeşin oğlu Daniel, babasının “senden bir şey olmaz” şeklinde özetlenebilecek tavırlarına rağmen, gün gelir doktor olur. Ancak o da babası ve amcası gibi matematiğe düşkündür, doktor olmasına ve babasının karşı çıkmasına rağmen gizlice matematik çalışır. Çalışırken de babasının sürekli nefret ettiği Newton’un çalışmalarını kullanır ama bunu kendisinden başkasına açıklayacak cesareti yoktur. Genç yaşında öyle bir noktaya gelir ki, Bilimler Akademisi’nin açtığı yarışmada 1.olur, ancak bir sorun vardır, babası da 1. olmuştur. Prof. olan baba, oğlunun başarısıyla gurur duyacağı yerde, egosuna teslim olarak daha 20’li yaşlarda olan oğlunu evden kovar. Genç Bernoulli, mecburen evden gider ama yeni hayatında kendini tamamen matematiğe verir. Zamanla ünü dünyaya yayılır. Pek çok bilimsel yayına imza atar,babası kızmasın diye de Johann’ın oğlu Daniel diye ismini yazar ama babası yayınları gördükçe deli olur. Zaman geçer, babası yaşlanmasına rağmen hırsıyla ve egosuyla bilimde tutunmaya çalışır. Daniel ise gün geçtikçe bilimde parlar. Özellikle sayısalcıların yakından bildiği Euler diye çok meşhur bir matematikçi vardır. Daniel, babasından duyduğu genç Euler’i yanına alır. Euler’e, Daniel’in babası uzun zaman ders vermiş, onun zekasının parlaklığından çok etkilenmiş, gittiği her yerde de Euler’den bahsedermiş. Aradan yine yıllar geçer, boynuz kulağı geçmiş, Euler dünyadaki 1 numaralı matematikçi olmuştur, herkesçe tanınmaktadır. Daniel, uzun zamandır üzerinde çalıştığı hidrodinamik isimli kitabını, artık hocası olan Euler’e gönderir, yorumlarını merak etmektedir. Euler’e bir kaç defa mektup yazar, haber gönderir ama hiç cevap alamaz. Aradan aylar, hatta yıllar geçer. 3 Yılın sonunda bir gün kendisine yeni yayınlanmış bir kitap gösterirler. İsmi Hidrolik, yazarı ise babasıdır! Şok olur, çünkü içerik kendisine aittir. Eski öğrencisi, yeni hocası Euler, ona gönderdiği kitabın içeriğini alıp, babasına vermiştir. Hatta babası, kitabı oğlundan daha önce yazdığını göstermek için oğlunun kitabının basım yılından önceki yılı kitaba yazmıştır. Bu da yetmezmiş gibi, bir zamanlar ders verdiği meşhur Fransız matematikçi L’Hospital, onun fikirlerini ve eserlerini çalmış ve yazmıştır. Çok uzattım, farkındayım ama bilimde ayak oyunları ve hırsızlık bundan sonra da tüm hızıyla devam eder, günümüze kadar gelir.

   Daniel mi? Bugün onun sayesinde akışkanların nasıl davrandığını biliyoruz. Kuşların nasıl uçtuğunu ondan öğrendik.




Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/783405906386190336


Devamını Oku »

2.10.2016

Yapay Işıklar Doğal Işıkları Engelliyor




Yapay ışıklar, doğal ışıkları görmemizi engelliyor. Gökyüzünün görünümü: Şehirden (9 numara), kırsaldan (3 numara)



Kaliforniya'da elektrik kesildiğinde halk polise havadaki garip bulutu söyler. Çünkü ilk defa samanyolunu görmüşlerdir.


Şehir ışıkları engellemese, Samanyolu Galaksisi'ni biz de göreceğiz...

Devamını Oku »

Güneş ve Ay'ın Hikayesi




     "Ne Ay, ne Güneş varmış, insanlar uçarlarmış. Uçanlar ısı verir, ışıklar saçarlarmış." der meşhur Altay efsanesi. Eski Türkler, Güneş ve Ay'a çok özel anlamlar yükler ve bunları günlük hayatlarına yansıtırlardı. Atalarımıza göre Güneş doğunun, Ay ise batının sembolü idi. Sadece doğuyu ve batıyı değil, kuzey ve güneyi de paylaştırmışlardı. Kuzey Ay'a, güney Güneş'e aitti. Göğün en üst katında duran Gök Kartalı'nın sol kanadı Ay'ı, sağ kanadı ise Güneş'i örtüyordu. Onlara göre Güneş dişi, Ay erkekti. Bu yüzden Güneş Ana ve Ay Baba vardı (Ay-Han). Güneş sıcağın, Ay soğuğun sembolüydü ama Ay, soğuğuyla güneşin yenemediği kötü ruhları bile yenebilirdi. Bu yüzden Ay daha güçlüydü...


Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/782297753955295232



Devamını Oku »

30.09.2016

Einstein'ın Beyninin Trajikomik Hikayesi




     Dün beyin ile ilgili bir flood yapmıştım, bugün yine beyin konusunda bir flood yapayım. Einstein'ın beyninin trajikomik hikayesi. Gün gelir, her canlı gibi Einstein da bu Dünya’ya veda eder. Ölümünün ardından, prosedür gereği cenazesine otopsi yapılması gerekmektedir.






O gün hastanede bu işle görevli kişi, patoloji uzmanı Dr.Thomas Harvey’dir. Einstein’ın bedenine otopsi yapmak, Harvey için büyük şanstır. Harvey otopsiyi bitirir ancak aklına bir şey gelir. “Cenaze buradan çıkınca nasıl olsa yakılacak, beynini alsam kimse anlamaz” diye düşünür. Düşündüğünü yapar, Einstein’ın beynini alır ve bir kavanoza koyar. Ayrıca, Einstein’ın göz doktoruna hediye etmek üzere gözlerini de alır. Ailesi krematoryumda yakmak üzere cenazeyi teslim alır, kimse cenazeye bir daha bakmadığı için olanları anlamaz ve cenaze yakılır.



   Harvey, kavanozu gizlice evine götürür. Aklında büyük hayaller vardır; bu beyin üzerindeki çalışmalarla buluşlar yapacak, meşhur olacaktır. Ancak Harvey, bir pataloji uzmanıdır ve beyin konusunda uzman değildir. Bu nedenle yardım alması gerekmektedir. Konuyu eski hocasına aktarır. Hocası ve aynı zamanda Einstein’ın doktoru olan kişi, bunu duyunca Harvey ile aynı hayallere kapılır, üstelik bir de gazeteye röportaj verir. Einstein’ın beyninin kendilerinde olduğunu,bunun üzerinde yapacakları çalışmaların insanlık için çok önemli olacağı türünden şeyler söyler. Ertesi gün haberi gören Einstein’ın ailesi şok olur ve soluğu hastanede alır. Ancak hastane yönetimi de, aile gibi durumu yeni öğrenmiştir. Buna rağmen yetkililer, beynin bilim için kullanılacağına söz verip, aileyi ikna ederek durumu kurtarır. Ancak Harvey’e çok kızgındırlar. Hastane yetkilileri, Harvey’den beyni aileye teslim etmesini isterler, ancak o bunu kabul etmeyince, daha sonra hastaneden kovarlar. Harvey, beynin olduğu kavanozu alır ve başka bir hastanede işe başlar. Bu hastanedeki bir teknisyenle birlikte, beyni 240 parçaya böler. Kestiği bu parçaları tanıdığı tanımadığı dünyadaki bilim adamlarına inceleme için gönderir, kendisinden parça isteyenleri de boş çevirmez.



Bir yandan da, konuyu soranlara beyin üzerinde çalışmaya başladığını, yakında büyük bir buluşa imza atacağını söylemekten geri kalmaz. Olanlardan pek de memnun olmayan Harvey ile sık sık kavga eden eşi, bir gün meşhur kavanozu çöpe atacağını söyleyince ipler kopar. Harvey kavanozunu alıp, eşinden uzak başka bir eyalete yerleşir. Ancak işler yolunda gitmez, çünkü lisans yenileme sınavını kaybetmiştir. Lisansını kaybettiği için hastanelerde çalışma imkanı kalmamıştır. Mecburen bir fabrikada sıradan bir işçi olarak çalışmaya başlar. Bir yandan yeni dünyasına alışırken, bir yandan da Einstein’in beyninin kendisinde olduğunu ve çalışmalar yaptığını söylemeye devam eder.



Aradan yıllar geçer. Harvey artık yaşlanmış, hayallerini gerçekleştirmeyeceğini anlamıştır. Beyni, ailenin bir ferdine vermeye karar verir.



Einstein’ın torununun bilgilerini alır, arabayla uzun bir yola çıkar. Harvey torunu bulur ve durumu anlatıp beyni vermek istediğini söyler. Ancak Einstein’ın torunu beyni istemediğini söyleyince, Harvey meşhur kavanozuyla beraber tekrar evine döner. Eve döndükten sonra, beyni kesip parçalarını dünyanın farklı yerlerindeki bilim adamlarına inceleme için göndermeye devam eder.



Bu olayı duyan ve Einstein'e hayran olan bir Japon profesör Kenji Sugimoto, beyinden bir parça alabilmek ve Harvey ile tanışmak için Amerika’ya gelir. Kameraların da eşlik ettiği ziyarette Prof., Harvey’den bir parça ister. Harvey, kameranın önünde bıçağı alır, beyni kesip profesöre verir.


Harvey artık çok yaşlanmış, ömrünün sonuna yaklaşmıştır. Ölmeden önce beyin konusunda bir karar vermesi gerekmektedir. Beynin büyük bölümünü, daha önce çalıştığı hastanedeki bir doktora veren Harvey, 2007'de ölür. Ancak beynin bir kısmı evindedir. Ölümünden 3 yıl sonra mirasçıları, beynin kalan kısımlarını ve Harvey'in çektiği fotoğrafları Ulusal Sağlık ve Tıp Müzesi'ne teslim eder.





Einstein'ın beyninin kalan kısımları, halen bu müze de sergileniyor.Müze ayrıca, bir uygulamayla Einstein'ın beynini tanıtmaya çalışıyor. Fizikte çığır açan bir dahinin beyni, ölümünden ancak 55 yıl sonra rahata kavuşabildi...
Yazıyı yapılan incelemelerin kısa özetiyle bitireyim. Einstein'ın beyni sanıldığı gibi büyük değildi, normal ölçülere sahipti. Ancak beyindeki bazı bölgelerin, diğer insanlarınkinden farklı olduğu belirlendi. Bu farklılığın, Einstein'ı farklı kıldığı düşünülüyor.

Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/781595149986041856



Devamını Oku »

29.09.2016

Aldebaran




    ISS'i izlerken gözüm parlayan Aldebaran'a takıldı. Aldebaran mitlere konu olmuş bir yıldız. Kısaca anlatayım.



Aldebaran, gökyüzündeki en parlak yıldızlardan biri, Avcı takımyıldızının hemen yanında. Avcı'nın yanında sarı renkle parlayan Aldebaran, aslında Kırmızı bir dev ve Güneş'ten 44 kat daha büyük.



   Mitlere konu olmasının nedeni ise Aldebaranlılar! Adından da anlaşılacağı üzere Aldebaranlılar, Aldebaran'da yaşayan uzaylılar. İnanışa göre Aldebaran zamanla mutasyona uğrayınca, Aldebaranlılar yaşamak için önce Mars'a, oradan, Dünya'ya geldiler ve yerleştiler. Ve Dünya'da Aryan ırkı (üstün ırk) olarak bilindiler. Aryan ırkından geldiğini savunanlar ise malum Alman Naziler. Nazilere göre (pek çok kaynakta vardır) denizaltı gibi üstün teknolojileri kendilerine getiren kişiler, Aldebaran'dan gelen uzaylılardır. Naziler, kendi üstün ırklarının kayıp kıta Atlantis'ten (Aldebaran'dan) geldiğini savunur. Bununla ilgili pek çok film/kitap var. Meraklıları konuyu webden araştırabilir, ben burada bitireyim. Siz de efsane olmuş Aldebaran kaybolmadan gökyüzüne bir göz atın. Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/721408059009081345
Devamını Oku »

Nötron Yıldızları




     Nötron yıldızı o kadar yoğun ki, bir şeker küpü hacmindeki ağırlığı, tüm insan ırkının ağırlığına eşit seviyede!



   Dünya'nın 500.000 katı ağırlığındaki bir nötron yıldızının çapı, sadece İstanbul-Ankara arası mesafe kadar.



   Nötron yıldızları küçük, çok yoğun ve o kadar sıcak ki, sıcaklığı Güneş'in çekirdeğinin 1000 katı mertebesinde.



   Nötron yıldızları da şarkı söyler. Hem de kalbine doğru titreyip, etrafına ışıklar saçarak.... (Yıldız depremi)



   Nötron yıldızlarının kütle çekimi öyle büyük ki, bir cismi 1 metreden bıraksak, 7.2 milyon km/s hızla ona çarpar.



Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/623964314723053568



Devamını Oku »

Proxima B, Yeni Bir Dünya?




     Geçtiğimiz ay çoğu kişiyi heyecanlandıran bir haber vardı: Bize en yakın yıldız Proxima'nın yanında bir gezegen keşfedilmişti. İnsanları heyecanlandıran şey açıktı: Gezegen, Dünya'ya çok yakındı, üstelik ona benziyordu.



Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Haberlere inanmayın, medya abartmayı çok seviyor. Niye olduğunu anlatayım...
Keşif, teleskopla değil hesaplama ile yapıldı.Dolayısıyla konuyla ilgili gördüğünüz resim ve videolar gerçek değil.



Proxima yıldızı bize 4,5 ışık yılı uzaklıkta. Yani ışığın bize gelip dönmesi ~9 yıl sürüyor ama insanoğlu ışık hızının çok gerisinde. Biz şu anda, yapılmış en hızlı uzay aracına binip bu yeni keşfedilen yakın(!) gezegene gitmeye kalksak, en az 70.000 yıl sürerdi. Varsayalım bir şekilde süreyi kısaltıp gittik, başka sorunlar var. 1 Yıl 11 gün sürüyor, üstelik her gün yoğun X-ray ve UV ışınlarına maruz. Diğer yandan gezegen kendi ekseni etrafında dönmüyor. Yani sabit gece/gündüz var, bu da sık sık dengesiz atmosferik olaylar var demek. Peki tüm bunlar varsa, nasıl ve nerede yaşanacak? Bilim adamlarına göre, yer altında! Yani, Dünya'dan başkası yalan, en azından bizim için. Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/768585981310230529

Devamını Oku »

Psikokinezi (Zihin-Nesne Etkileşimi)




Filmlerde kahramanların nesneleri uzaktan kontrol ettiğini, mesela Star Wars’da Yoda’nın zihin gücüyle gemiyi havaya kaldırdığını gördük. Sadece filmlerde mi? Bazen Stephen King’in bir romanında (Carrie), bazen de bir sihirbazlık gösterisinde zihnin gücüne tanık olduk. Kaşık bükenler, nesneleri hareket ettirenler, metal parçalara emir verenler.. Bunları en azından bir yerlerde okuduk, gördük ya da izledik. Gerçekte zihin nesneye etki edebilir mi? Bilim kurgu filmlerini geçelim ama doğaüstü gücü olduğu söylenenlerin yaptığı gerçek mi, numara mı?
Zihin-nesne etkileşimi aslında "psikokinezi" diye bilinen bir araştırma alanı ve bilim adamları yıllardır bu konuda çalışıyor. Bilimi belki de en çok uğraştıran kişi Uri Geller idi. Çünkü saatleri durduruyor, metalleri büküyordu, sanki doğaüstü güçleri vardı. Ancak daha sonra bilim, Uri’nin bir tür şarlatan olduğunu ortaya çıkardı. Uri’den önce de, sonra da durum aynıydı, yapılanlar numaraydı... Bazı bilim adamları, zihnin nesneler üzerindeki etkilerini ölçebilmek için laboratuvar ortamında deneyler yaptılar. En meşhuru yazı-tura. Para havaya atıldığında, deneğin zihniyle sonucu etkilemesi bekleniyordu. Deney tam 28 yıl boyunca sürdürüldü, 1,7 milyon deneme yapıldı. Sonuçlar çok net değildi ancak psikokinezin etkilerini doğrular gibiydi: Deneklerin düşündükleri yüz, deney sonunda az da olsa fazlaydı. Bilim adamları yazı-tura deneyine benzer, başka deneyler de yaptı. Zarlar, sarkaçlar, bilyeler, kaba mekanik sistemler kullanıldı. Onlardaki sonuçlar da aynıydı: Sonuca doğrudan etki edilemiyor ama toplamda deneklerin düşündüğü yönde pozitif sapmalar oluyordu. Zihnin mekanik nesnelere ya da makro boyuta etkisinin az olduğu (şimdilik) fark edilince, bu defa mikro boyutta denemeler yapıldı. Buradaki amaç da yine zihin gücüyle, elektronik algılama cihazlarını (yani bilgisayardaki 1 ve 0’ları diyelim) uzaktan kontrol etmekti. Yazıyı uzatmamak için detaya girmeyeceğim ama hepimiz son yıllarda felçli insanların zihin gücüyle yapabildiklerini haberlerde okumuşuzdur. Felç geçiren insanlar, zihin gücüyle mesela arabasını sürebiliyor, TV’yi açıp kapatabiliyor ya da klimanın sıcaklığını değiştirebiliyor. Başka alanlarda da benzer haberler geldi. Mesela yakın zamanda Amerika'da bir üniversite, sadece zihin gücüyle IHA uçurma yarışması yaptı. Bu son 2 maddenin temelinde, deneklerin bilgisayarda gördükleri EEG'lerini beyinleriyle kontrol etme başarısı vardı. Denek, mesela kolunu kaldırırken ekranda çıkan EEG dalgalarını, zihinde kolunu kaldırdığını hayal ederek yeniden oluşturmaya çalışıyordu. Bilgisayarları zihnimizle kontrol edip, bilgisayar aracılığıyla nesneleri kontrol ediyorsak, bilgisayar kullanmadan bunu yapamaz mıyız? Bilim adamlarına göre bu mümkün ve fizik yasalarına aykırı değil ancak şu anki teknolojimizle ancak yüzyılın sonlarında mümkün olabilir... Yazıya hatırlatma amaçlı son bir ekleme: Telekinezi zihin-zihin etkileşimi, psikokinezi zihin-nesne etkileşimi. Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/770738752763355136



Devamını Oku »

Telekinezi - Telepati (Zihin-Zihin Etkileşimi)




Filmlerde gördüğümüz, kitaplarda okuduğumuz, arkadaşlardan duyduğumuz telapati mümkün mü?
Asimov’un meşhur "Vakıf" isimli dizisini okuyanlar bilir, zihinleri uzaklardan kontrol edeilen bir mutant, galaksiyi ele geçirmeye çalışır. X-Men Filminde ise mutantların lideri Profesör X, üstün bir telepati kabiliyetine sahiptir. Tüm zihinleri, hatta maddeyi kontrol edebilir. Peki gerçek hayatta durum nasıl? Telepati yaptığını iddia edenler var, diğer yandan bilim de yıllardır bu konuda çalışmalar yapıyor. Telepatiyi sanırım en sık sihirbazlık gösterilerinde görüyoruz. Ancak bunlar, bir tür hile olduğu için bu kısmı doğrudan geçiyorum. İlginç ama şimdiye kadar telepati konusunda en çok çalışanlar, istihbarat birimleriydi. Özellikle de, soğuk savaş döneminde KGB ve CIA. CIA’e göre bu işe çok para yatıran KGB, Amerikan denizaltılarının yerini “zihinle” görebiliyor, ABD ajanlarının zihnini okuyabiliyordu. CIA’in raporları Amerika'yı harekete geçirdi ve “Yıldız Geçiti” ismiyle bir proje başlatıldı. Amaç zihin okuma ve uzaktan zihinle görmekti. Basında çıkan haberlere göre CIA, yaklaşık 20 yıl boyunca bu projeye 20 milyon dolardan fazla para aktarmış ve ciddi çalışmalar yapmıştı. Hatta CIA’in Kaddafi’nin, Kuzey Kore'nin plütonyum stoklarının ve düşen bir Rus uçağının yerini bu proje sayesinde bulduğu iddia edildi. Ancak daha sonra CIA proje boyunca somut bir başarı kaydedemediklerini söyleyip, projeyi iptal ettiğini açıkladı ancak inandırıcı gelmedi. Bir yandan bunlar olurken, diğer yandan bilim de bu konu üzerinde çalışıyor, bilim adamları deneyler yapıyor ve raporlar yayınlanıyordu. Bu noktada şunu bilmemizde fayda var: Beyin, düşünceyi minik elektriksel sinyaller ve elektromanyetik dalgalarla yayan bir tür verici gibi. Beyinden yayılan bu sinyaller çok zayıf ve karmaşık. Bu sinyalleri alan beyinler de, bunları yakalayıp yorumlayacak bir yapıya sahip değil. Bilimin bu anlamda odaklandığı ilk şey beyin taramalarıydı. Eğer beyin taramaları başarılı olursa, zihin okuma da mümkün olabilirdi. Bu amaçla hemen hepimizin bildiği, en azından bir hastadan duyduğu MRI ve PET gibi yöntemler geliştirildi ve yalan makinelerine uyarlandı. Yalan söylendiği esnada beyin aktivitelerini ölçen ve yalanı ortaya çıkaran MRI temelli cihazlar, bilim adamları için bir devrim gibiydi. Ama sonra Rusya’ya çalışan bir ABD ajanının makineyi atlattığı ortaya çıktı, benzer örnekler de gelince yalan makineleri rafa kaldırıldı. Devamında beynin haritası çıkartılıp, her bir bölüm üzerinde detaylı çalışmalar yapıldı ve hangi sinyallerin nasıl yayıldığı incelendi. Ancak beyin çok kompleks bir yapıya sahipti. Çalışma mekanizmasını anlamak, buna uygun sistemler tasarlamak gerçekten zordu. Zihin okuma konusunda umutlar kesilmek üzereyken 2 yıl önce bir makale yayınlandı ve anında basında haber oldu: Telepati gerçek olmuştu. Harvard’lı bir akademisyen Hindistan’da 1, Fransa’da 3 kişiden oluşan denek grubunu kullanarak internet üzerinden telepati yapmıştı. Hindistan’daki deneğin düşündüğü kısa mesaj, EEG ile kaydedilip 1 ve 0’lara dönüştürüldü ve internet ile Fransa’daki deneğe iletildi. Gelen mesaj elektrik sinyallerine çevrilip, deneğin beynine uygulandığında denek, mesajı temsil eden parlamaları doğru olarak algıladı. Bu deneyden 1 yıl sonra, başka bir deney daha yapıldı, yapanlar farklıydı. Aralarında 2 km mesafe olan oyuncular arasında telepati denendi. Oyuncuların kendilerine gösterilen kartlara bakarak bunları düşünmeleri istendi. Uygulanan yöntem ilk deneydeki yöntemle neredeyse aynıydı. Uzaktaki oyuncular, önlerindeki 2 karta bakıp evet/hayır anlamında yanan ledlerle mesajı almaya çalıştı, başarı oldukça yüksekti: %72... Bu konudaki bir diğer haber, bu yılın başında Japonlardan geldi. Japonlar, kullandıkları yöntemlerle Amerikalılardan daha ileri gitmişti. Amerikalılar deneğin mesajı algılanmasını yanıp/sönen lambalarla anlarken, japonlar karşıdakinin düşündüğünü söyleyen bir robot yapmıştı. Amerikalı ve Japon bilim adamlarının kullandığı yöntem özünde aynı olsa da, Japonların bunu konuşmaya dökmesi çok büyük bir adımdı. Her 3 deneyde de, telepatinin mümkün olduğu, hatta oldukça uygulanabilir olduğu bilimsel çalışmalarla açık bir şekilde kanıtlanmıştı. Peki şu anda bilim adamlarının bilimsel yöntemlerle gerçekleştirebildiği telepatiyi, sıradan insanlar da yapabilir mi? Bu konuda ben de herkes gibi sağdan soldan çok şey duydum, okudum ancak bire bir şahit olduğum bir durum hiç olmadı. Ancak bilimin açıklayamadığı sıradışı olayları, mucizeleri ya da bazı insanlardaki özel kabiliyetleri dikkate alırsak, mümkün denilebilir. Ama siz yine de zihninizden geçenleri okuduğunu söyleyenleri ya da tuttuğunuz kartı bildiğini söyleyenleri çok ciddiye almayın :) Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/779398959248834565
Devamını Oku »

Beynimizin Yüzde Kaçını Kullanıyoruz?




     “Beyninin sadece %10’unu kullanıyorsun, %100’ünü kullansan kim bilir neler yapardın?” şeklindeki ifadeleri hemen hepimiz görmüşüzdür. Hatta belki de, bu sorunun cevabını hayal edip, bu kapasiteyi artırmayı vaat eden kitabı ya da ürünü hemen aldık? Peki gerçekten beynimizin %10'unu mu kullanıyoruz? Ya da ne kadarını kullanıyoruz? Yaklaşık 120 yıl kadar önce Harvardlı psikologlar üstün zekalı çocuklar üzerinde araştırmalar yapıp ve sonunda bir teori geliştirdiler. Bu teoriye göre bir insanın ulaşabileceği maksimum IQ aralığı 250-300 arasındaydı ve çok az insan bu seviyede IQ’ya sahipti (Einstein 160). Psikologlar ayrıca, herhangi bir yüzde vermeden insanların fiziksel ve mental potansiyellerini yeterince kullanmadıklarını söylüyorlardı. Bu teoriden ~30 yıl sonra World Almanac isimli bir eserde “beynimizin sadece ~%10’unu kullandığımız söyleniyor.” diye ilk defa % kullanıldı. Ancak bu ifadenin meşhur olması, modern kişisel gelişim kitap yazarlarının öncüsü sayılan Dale Carnegie ile oldu.



“Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı” isimli kitabın ön sözüne yazan bir yazar, beynimizin sadece %10’unu kullandığımızı söylüyordu.



Carnegie’nin kitabı yok satınca, beynimizin %10’unu kullandığımız miti yaygınlaştı, bu söylemi kullanan kitaplar, ürünler piyasaya çıktı. Bunlar da yetmezmiş gibi %10’luk kapasiteyi artıran(!) kurslar açıldı, Holywood bu cazip konu üzerine filmler çekti.



   Peki beynimizin %10’unu mu kullanıyoruz? Teknoloji ve tıp 120 yıl önceye göre çok gelişti ve bu soruya cevap vermek artık çok kolay: Hayır. Çünkü gerek beyin tarama teknolojileri PET, FMRI gibi tekniklerle, gerekse araştırmalarla kanıtlandı ki, beynimizin tamamını kullanıyoruz. Hatta ilginç ama uykuda bile beynimizin bir kısmını kullanıyoruz! Dolayısıyla %10'luk kullanım tamamen uydurma ve bilimsel bir şey değil.




Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/781242262550446080


Devamını Oku »

27.09.2016

Dönüyoruz




Ülke olarak saatte 1285 km hızla dönüyoruz.


Dünya dönüyor ama tek başına değil, içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi ile birlikte...


Dünya, gezegenler, güneş, galaksi... Hepsi, hepsi dönüyor.


Dünya dönüyor da sen duruyor musun? Farkında değilsin ama tüm atomlarınla 5Hz frekansla sen de dönüyorsun!


Devamını Oku »






Yapay ışıklar, doğal ışıkları görmemizi engelliyor. Gökyüzünün görünümü: Şehirden (9 numara), kırsaldan (3 numara)



Kaliforniya'da elektrik kesildiğinde halk polise havadaki garip bulutu söyler. Çünkü ilk defa samanyolunu görmüşlerdir.


Şehir ışıkları engellemese, Samanyolu Galaksisi'ni biz de göreceğiz...


Ülke olarak saatte 1285 km hızla dönüyoruz.


Dünya dönüyor ama tek başına değil, içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi ile birlikte...


Dünya, gezegenler, güneş, galaksi... Hepsi, hepsi dönüyor.


Dünya dönüyor da sen duruyor musun? Farkında değilsin ama tüm atomlarınla 5Hz frekansla sen de dönüyorsun!


Devamını Oku »

26.09.2016

Nemesis




     Nemesis ile ilgili çok soru geldi, detaya girmeden yazayım. Kuyruklu yıldızların "takıldığı" bir yer var. İsmi Oort Bulutu, Güneş'e çok yakın. Gizemli yıldız NEMESİS de orada...



Nemesis'in ölüm yıldızı, gizemli yıldız, kötü kardeş gibi isimleri var. Bu ünvanların nedeni, Dünya'yı her 26 milyon yılda bir büyük felakete uğratan şeyin, Nemesis isimli bir yıldız olduğunun düşünülmesi. Teoriye göre Nemesis, Güneş'in ikizi, ancak şu anda kırmızı cüce durumunda yani artık ışık saçmıyor ve tespiti çok zor. Nemesis'in her 26 milyon yılda bir Oort Bulutu'nun yakınlarından geçerek, oradaki kuyruklu yıldızları yörüngesinden çıkardığı düşünülüyor. Yörüngeden çıkan kuyruklu yıldızlar da Dünya'ya geliyor ve kitlesel felaketlere yol açıyor, dinazorların yok olması gibi...
Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/timelines/780155257322110977



Devamını Oku »

Evren Yaşlanıyor




     Evren kendi ölümüne hazırlık yapıyor, çünkü 90'lı yılların sonundan itibaren evrenin enerji üretimi yarıya düştü.



Evrendeki enerjinin büyük kısmını büyük patlamada ortaya çıkan enerji oluşturuyor. İlave enerjiyi ise hidrojeni helyuma çeviren yıldızlar. Yıldızların ürettiği yeni enerji, ya bulunduğu galaksideki tozlar tarafından absorbe ediliyor ya da galaksiler arasına kaçıyor. Galaksiler arasına kaçan enerji, karşısına asteroid, yıldız, gezegen vs çıkıncaya kadar yoluna devam ediyor. Proje kapsamında 200.000 galakside çalışmalar yapıldı, ışığın 21 dalga boyu tek tek ölçüldü ve sonuçta evrenin yavaşça öldüğü ortaya çıktı. GAMA isimli bu projeye dünyanın 4 bir tarafından bilim adamları katıldı, yapılan çalışma şimdiye kadarki en büyük ölçüm olarak tarihe geçti. Proje sonunda ekip lideri şöyle dedi: Artık yaşlı bir adam olan Dünya, kanepeye uzandı, battaniyeyi üzerine çekti ve ölüm uykusuna daldı...


Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/timelines/780154016827342848



Devamını Oku »

Solucan Delikleri/Kara Delikler




     Interstellar filminde meşhur bir sahne var. Ekip, uzayda kestirme bir yol olarak "solucan deliği"ni görür.



Bu kısa sahne "zaman yolculuğu", "paralel evrenler", kara delikler gibi evrene dair pek çok varsayımı ya da kanıtlanmış gerçekleri içerir. Tüm bunların temelinde ise "zaman" kavramı var. Klasik fiziğe göre zaman sabittir, evrenin hiç bir yerinde değişmez.



Klasik fizikçilere göre evren 3 boyut + zamandan oluşur. Yani zaman, uzayın 3 boyutundan ayrı tamamen ayrıdır.



Einstein, "uzay zaman" diye bir kavram ortaya attı ve zaman, 3 boyuttan bağımsız değildir diyerek görelilik teorisini geliştirdi. Einstein'a göre kütle, uzay zamanı büker, tıpkı düz bir çarşafa konulan bilyenin çarşafı bükmesi gibi.





Bizim yerçekimi/kütleçekimi dediğimiz şey, bükülmüş geometrinin ta kendisi ve geçen günlerde varlığı kanıtlandı.



   Kütlenin boyutunun küçük ama ağırlığının çok ama çok büyük olduğunu düşünün, bu durumda çarşafı delip geçecek. Bu da aslında kara delik. Her kütle uzay zamanı kendi etrafında büker ve ikisi de kendi kuyularına çekilir. Teoriye göre, bu noktalar arasında bir "tünel" olabilir. Filmde geçen "solucan deliği" bu tünele verilen isim ve teoriye göre bu deliğe girilirse, başka bir evrene kısa yoldan gidebiliriz. Solucan delikleri henüz kanıtlanmamış bir teori ama paralel evrenler varsa, bu deliklerden geçmek gerekecek... Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/701862544391196672
Devamını Oku »

Zamanda Yolculuk (10 Ekim 2016)




     Zamanda yolculuk ile çok soru geliyor. Konu 140 karaktere sığmayacak kadar uzun, o nedenle detaya girmeden kısaca yazacağım. Zaman, insanoğlunun tanımladığı bir şey. Sezyum metalindeki atomun 9.192.631.770 defa titreşmesine (frekansına), insanoğlu 1 saniye demiş. Pek çok kişiye göre zaman herkes ve her yer için aynıydı ama Einstein bunun doğru olmayabileceğini keşfetti. Zaman değil, zamanlar vardı. Einstein’ın genel görelilik kuramına göre evren 3 boyutlu değil, 4 boyutlu idi ve 4. boyut zamandı. Böylece “uzay-zaman” dokusu tanımlandı. Evrendeki her kütle ve enerji parçası bu dokuyu büker. Bu dokuyu bir çarşaf gibi düşünün, ortasına konulan bir top çarşafı bükecektir. Bükülen çarşaf, aslında kütleçekimi (yerçekimi). Çarşaf da uzay-zamanın kendisi. Yani topun çarşafı bükmesi, kütleçekimin zamanı bükmesi. Kütleçekiminin büyük olduğu yerlerde zaman daha yavaş geçer. Bunu dünyada da görüyoruz ama etkileri çok az olduğu için hissetmiyoruz. Mesela bir gökdelenin tepesinde yaşayan kişi, altta yaşayan kişiye göre yerçekiminden daha az etkileneceği için daha hızlı yaşlanır. Dünya’da çok büyük kütleli bir şey yok ama uzayda var: Karadelikler. Karadeliklerin kütleçekim gücü devasa boyutlarda. Bir karadeliğin etrafında bir kaç yıl tur atabilseydik, zaman burada yavaş geçeceğinden Dünya’ya döndüğümüzde belki 50 yıl geçmiş olacaktı. Geleceğe yolculuğun ilk yolu bir karadeliğe gitmek ama bugünkü teknolojiyle imkansız. Belki uzun yıllar sonra mümkün olabilecek. Geleceğe seyahat etmek için bir karadeliğin yanına gitmek gerekmiyor, bir yol daha var. O da Einstein’ın Özel Görelilik kuramına dayanıyor. Bu kurama göre zaman mutlak değildir, hareketten etkilenir.Bir cismin hızı ne kadar çok artarsa, zaman onun için daha yavaş akmaya başlar. 1971’de bir deney yapıldı. 2 atomik saatten biri yerde kaldı, diğeri bir jet uçağına konuldu. Uçak indikten sonra saatler karşılaştırıldı. Uçaktaki saat, yerdeki saate göre farklıydı. Aradaki fark, saniyenin bir kaç milyarda biriydi ama Einstein’ın teorisi ispatlanmıştı. Peki bunu neden günlük hayatımızda görmüyoruz derseniz, bunun etkisi bizim algılayamayacağımız kadar küçük. Ancak bu etki var ve gerçek. Mesela sürekli seyahat edenler için zaman daha yavaş geçeceğinden, daha geç yaşlanırlar. “Hızlı yaşa geç öl” sözü, bilimsel açıdan doğru :) Işık hızına ne kadar yaklaşırsanız, zaman o kadar yavaşlar. Varsayalım ki, ikiziniz var ve siz ışık hızına yakın bir hızla uzaya gittiniz. Bir müddet sonra döndüğünüzde artık ikizinizle aynı yaşta olmayacaksınız, ikiziniz çok daha yaşlanmış olacak (ikizler paradoksu) Özetlersek, geleceğe gitmek için büyük kütleli cisimlerin yanına gitmekten başka bir diğer yol, ışık hızına yakın hızlarda seyahat etmek. İnsanoğlunun bugüne kadar yaptığı en süratli uzay aracı 2018’de fırlatılacak olan SPP. Bunun hızı 200 km/saniye. Işık hızı ise 300.000 km/sn... Işık hızının %0,067 (%1 dahi değil) mertebesinde bir hıza ancak çıkabildik. Yani geleceğe seyahat için teknolojimiz henüz yeterli değil. Geçmişe yolculuk mümkün mü? Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, kuantum fiziğine göre mümkün ama bir takım sorunlar var. Önce şunu hatırlatalım. 3 boyutlu değil, 4 boyutlu bir evrende yaşıyoruz. Bu 4.boyut zaman ve evrende "uzay-zaman" dokusu var. Zamanın uzaydan ayrı olmaması bizi ilginç bir sonuca götürüyor: Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım sadece bir yanılsamadan ibaret. Yani geçmiş, şimdi ve gelecek hep var (kader) ve evren, sandığımızın aksine maddi değil, sanal (holografik) bir yapıdan ibaret. Bizim zaman dediğimiz şey, aslında bu sanal yapıdaki “an”ların bir araya gelmesinden oluşuyor. Doğumunuzdan bu yazıyı okuduğunuz şimdi “anı”na ve ölümünüze kadarki tüm “an”ların bir fotoğraf karesi olduğunu ve dizildiğini varsayın. Benzer şekilde herkesin aynı “an dilimi”nde olduğunu düşünün ve bu "an dilimleri"nin sıralandığını göz önüne getirin. Biraz önceki "an diliminde" ben tweet yazarken, siz okuyordunuz, başkası çay içiyordu veya TV izliyordu ama herkes ay "an"daydı. Ancak Dünya’da hissetmesek de herkesin “an”ı aynı değil, çünkü bazıları hareket halinde ve zaman hareketten etkileniyor. Düşünün ki, uzayda biri var ve onunla aynı “an dilimi”ndeyiz. Biz dururken, uzaydaki yürümeye başlarsa artık "an"larımız aynı olmayacak. O yürüdüğü için zaman ona göre daha yavaş geçecek ve kendi an diliminden bize baktığında, bizim belki 40 yıl önceki halimizi görecek. Geçmişteki bir an dilimine nasıl gideceğiz? Farklı teoriler var, en meşhuru “solucan delikleri”... Varlığı henüz kanıtlanmamış solucan deliklerinden geçmek, pratikte çok zor. Bunu engelleyen, geçmişe gitmeyi önleyen bir şey var: Entropi. Geçmişe gitmek için farklı yollar öneren teoriler var, detaya girmeyeceğim ama sonuçlarından bahsedeceğim. Teorimiz kara delikler olsun. Bu teoriye göre kara deliklerin tam ortasında uzay-zamanda bir kırılma olur. Bu noktadan girersek, uzayın başka bir bölgesine çıkabiliriz. Bir dağın tepesini aşmak yerine, içindeki tünelden (solucan delikleri) geçip, uzaklara çıkmak gibi. Sorun tüneli geçtikten sonra başlıyor. Diyelim ki, tünelden (solucan deliğinden) geçerek geçmişe gittik ve senaryo bu ya, çocuk yaştaki dedemizi öldürdük. O zaman bize ne olacak? Dedemiz öldüğüne göre, babamız ve dolayısıyla biz hiç doğmamış olacağız ama oradayız ve az önce bir cinayet işledik? (Dede paradoksu) Bu paradoksu çözmek için 3 öneri var. İlkine göre dedemizi öldürdüğümüzde olan bitenle bağlantısı olmayan paralel bir evrene geçmiş oluruz. Artık zaman yolculuğuna başlanan evren ile gelinen evren tamamen farklıdır (paralel evrenler teorisi) ve paradoks çözülmüştür. İkinci öneri Hawking’den geldi. Neden-sonuç ilişkisi tehlikeye girerse, Dünya’da garip bir şey devreye girecek ve bu olay engellenecek. Son teori ise isteseniz de bunu yapamayacağınızı, mesela silahın patlamayacağını, dedenizi hiç göremeyeceğinizi vs. söyler. Peki bu paradoksun bir şekilde çözüldüğünü varsayalım, fiziğe göre geriye gitmek de mümkün dedik, neden bunu günlük hayatta görmüyoruz? Mesela neden kırılan bir bardağın eski haline geldiğini ya da bardaktan yere dökülen suyun bardağa tekrar girdiğini görmüyoruz? Biz hep zamanı tek yönlü olarak, ileriye doğru akıyor gibi algılıyoruz. Günler geçiyor, çocukluğumuz geride kaldı, yaşlanıyoruz. Sadece insanlar için değil, yaşayan tüm canlılar, hatta cansızlar için de durum aynı. Meyve çürüyor, elbisemiz eskiyor, dünya kirleniyor. Her şey ama her şey düzenden düzensizliğe, kaosa doğru gidiyor. Hiç bir şey ilk başladığı gibi değil. Biz de öyle, evren de... Bu sürecin bilimsel adı "evrenin en önemli yasası olarak bilinen entropi". Bu yasaya göre evrendeki her şey düzenden düzensizliğe gider. Düzenden kaosa giden bu süreç tek yönlü, yani entropi sürekli artar. Entropinin maksimum olması, o şeyin yok olması demektir. İnsanın entropisinin maksimuma ulaşması ölmesi demek, büyük patlamadan sonra sürekli genişleyen evrenin maksimuma ulaşması ise kıyamet. Kuantum fiziği bizim geçmişe gitmemize izin verirken, bir başka yasa buna engel oluyor. Bu durumda zamanda seyahat etmek mümkün değil mi? Zaman yolculuğuna hep astrofizik (makro) açısından baktık. Olayı daha iyi anlayabilmek için kuantum (mikro) seviyesine inmek gerekiyor. Öncelikle şunu belirtelim; kuantum büyülü bir dünyadır. Matrix’de Neo’nun kırmızı hapı alıp, harikalar dünyasına gitmeyi kabul etmesidir. Bu dünya, büyülü olduğu kadar bildiğimiz gerçeklerle terstir, aklın kabul etmeyeceği şeyleri ileri sürer ama fiziki dünya kadar gerçektir. Kuantumdan kastın ne olduğuyla başlayalım.İnsanoğlu 20.yy'a kadar maddenin temel taşı olarak atomu görüyor ve bölünemeyeceğini söylüyordu. Zaman geçtikçe atomun bölünebildiği üstelik elektron,nötron ve proton olarak bilinen yapısının daha alt parçacıklardan oluştuğu anlaşıldı. Bu parçacıklarlardan foton (ışık) ile bir deney yapıldı. Ortasında 2 yarık olan bir yere fırlatıldığında, aynı anda 2 yarıktan da geçmişti. Eğer ışık sadece parçacık ise (küçük bilye ise), aynı anda 2 yarıktan geçemezdi ama burada ikisinden aynı anda geçmişti, bir su dalgası gibi.. Deneyin detayına gitmeyeceğim ama şu anlaşıldı: Işık hem dalga hem de parçacık gibi davranıyordu. Üstelik bu deney defalarca tekrarlandı. Ancak deney esnasında ilginç bir şey oldu. Deneyi yakından takip için bir cihaz konulduğunda, ışık sanki bunu anlamış ve parçacık olmuştu. Düşünsenize, aynı anda hem parçacık, hem de dalga olan bir şey var. Siz baktığınızda bir anda durumu değişiyor, sanki izlendiğini anlıyor. Deneyi izleyen biri, sadece deneye bakarak durumun değişmesine neden oluyordu. Bu akıl almaz gelişme maddenin sorgulanmasına yol açtı. Bu deney yapılmadan yıllar önce, "ormanda düşen bir ağaç, kimse yoksa ses çıkarmayacaktır" deniliyordu, bu iddia yeniden gündeme geldi. Einstein bu konuda çok şüpheciydi ve şöyle kuşkulu ve imalı bir soru sordu: “Ay’ın sadece ona baktığında var olduğuna inanıyor musun? Einstein'ın böyle düşünmesi için bir nedeni vardı, çünkü böyle bir şeyin olabilmesi için her şeyin etkileşim içinde olması gerekiyordu. Kuantum konusunda farklı bir anlayışa sahip olan Einstein, çıkan sonuçları kabul etmiyor ve etkileşimin olmayacağını söylüyordu. Einstein'ın yanıldığı ölümünden sonra ortaya çıktı. Bir yerde olan her yerdeydi, her yerde olan hiç bir yerde. Üstelik ilginç bir bağla... "İlginç bağı" açıklamadan önce yukarıda anlatılan deneyin sonuçlarını günlük hayattan örneklerle biraz daha belirgin hale getirelim. Şu anda bulunduğunuz yerde bir masa olsun.Başınızı kaldırıp baktığınızda onu görüyorsunuz ama bakmadığınızda aslında birden fazla masa var. Garip ama gerçek: Birden fazla masa olup olmadığını hiç bilemeyeceksiniz, çünkü baktığınız anda sadece bir tane masa göreceksiniz. Bir örnek daha verelim. Bursalılar bilir, Somuncu Baba diye bir zat vardır ve ona atfedilen bir hikaye. Gerçek ya da değil, önemli değil. Hikayeye göre Somuncu Baba, bir Cuma günü hutbe verir. Çıkışta halk elini öpmek için 3 ayrı kapıya gider. Hepsi de elini öptüğünü söyler. Deneye tekrar dönersek; bakmadığınız anda olasılık dalgaları, baktığınız anda ise deneyin parçacıkları olacak. Katı olarak bildiğimiz parçacık, dalga şeklinde her an binlerce yerde olacak ama baktığınızda o konumların birinde katı halde olacak! Ancak kuantumdaki asıl gariplik bundan sonra başlıyor, hani şu “ilginç bağ”. Bu bağın var olma ihtimali için Einstein “ürkütücü” demişti. Deneylerle ispatlanan olay şöyle: Varsayalım ki, birbirinin her bakımdan aynı olan 2 bilyeden biri Ankara’da, diğeri İstanbul’da olsun. Ankara’daki bilyeye bir şey yaptığınızda, İstanbul'daki “anında” etkileniyor ve "anında" cevap veriyor. (mümkün olabilir mi?) Böyle bir şey nasıl olur? Ya aralarında bir iletişim var ya da hala bağlılar, yani “dolanıklar” (Kuantum Dolanıklık Teorisi) Şimdi bunu elektron seviyesine indirelim. “Eş yaratılan” 2 elektrondan birini tutup, diğerini uzayda bir yere gönderelim. Bunlar da dolanık. Birine bir şey yaptığımızda, diğeri “anında” tepki verecek. Üstelik bu olay zamandan ve mekandan tamamen bağımsız... Büyük patlama (big bang) anında her şey "dolanık" olduğuna göre, demek ki her şey hala birbiriyle bağlantılı. (Kelebek etkisi?) Anlattığım şeyler çok uçuk kaçık ve uygulanamaz mı geldi? O zaman kuantum bilgisayarlarla tanışın, çünkü bu prensibe göre çalışıyorlar! Kuantum seviyesindeki gariplikler ve ardı ardına keşfedilen şeyler dolanıklık ile zirve yaptı. Çünkü bu aynı zamanda "ışınlanma" demekti. Işınlanmayı şimdilerde bilim kurgu filmlerinde ya da bir usta sihirbazın gösterisinde görüyoruz ama geçmişi sandığımızdan çok daha eski. İncil’de bir vaiz olan Filipus’un Gazze’den, deniz kenarındaki bir başka şehir olan Aşdot’a ışınlandığı ima edilir (İşler 8:36-40). Kur’an’da ise Yemen'deki Belkıs’ın tahtının, Kudüs’teki Hz. Süleyman'a göz kırpma "an"ında getirildiği anlatılır (Neml, 27/38-40). Peki böyle bir şey nasıl mümkün? Maddenin minik, sert bilardo toplarından meydana geldiğini söyleyen klasik fiziğe göre ışınlama imkansız. Üstelik bir maddeyi itmeden hareket etmez, madde birdenbire ortadan kaybolmaz ve başka bir yerde ortaya çıkmazdı. Aksi de mümkün değildi! Ama kuantum, bizim için imkansız görünen şeylerin gerçek olduğu bir dünya ve ışınlanma da bu dünya içindeki gerçeklerden biri. Bununla ilgili ilk deney 1993’de yapıldı ve atom düzeyinde ışınlanma (daha doğrusu parçacığın içindeki bilgiyi ışınlama) gerçek oldu. Bu deney insanoğlu için çok ama çok önemliydi, çünkü hep konuşulan, olabileceğine şüphe ile bakılan ışınlanma ispatlanmıştı. Akıllardaki ışınlanma ile engeller kalkınca deneylerin devamı geldi; atom altı parçacıklarla başlamıştı, atom ve atomlarla devam etti. Şu anda insanoğlu DNA moleküllerini ve basit virüsleri ışınlanmaya çalışıyor. Yakın gelecekte bu da büyük ihtimalle gerçekleşecek. Peki insanların ışınlanması? Buna daha çok zaman var, büyük ihtimalle bizler göremeyeceğiz, çünkü şu anki teknolojimiz henüz hazır değil! Ancak artık şunu biliyoruz: Işınlanma teorik değil, deneylerle kanıtlanmış bilimsel bir gerçek ve hem mikro hem de makro boyutta mümkün... Yukarıda, maddenin küçük bilye gibi katı maddelerden değil, su dalgaları gibi enerji dalgalarından oluştuğunu yazmıştım. Gördüğümüz ne varsa, biz dahil enerji dalgalarından oluşuyor ve bunlar birbirine geçmiş durumda. Üstelik zamandan ve mekandan bağımsız. Belki biraz garip ama aslında her şey bir şeyin içinde, bir şey her şeyin içinde. Hiçbir şey kesin değil ama her şey mümkün. Einstein’ın bir sözü bu durumu anlatıyor: "Matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir." Madem her şey birbiriyle alakalı (bkz. dolanıklık mesajları), yapılan küçük bir şeyin tüm her şeyi etkilemesi gerekir. İlginçtir ama bu durumun farkına bir meteorolog vardı. Yaptığı bir hava durumu simülasyonunda bir yerde 0.506127 yerine 0,506 yazmıştı. Ortaya çıkan sonuç öncekilerden ciddi şekilde farklıydı, "binde bir" oranındaki bir hata tüm simülasyonun sonuçlarını değiştirmişti. Başlangıçtaki çok ama çok küçük bir değişikliğin tüm her şeyi değiştirmesi nedeniyle, meteorolog bu etkiye “kelebek etkisi” ismini verdi. Simülasyonu yapan meteorolog şöyle demişti: "Amazon Ormanları’nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD’de fırtına kopmasına neden olabilir." Buna benzer bir şeyi çok uzun yıllar önce Mevlana söylemiş: “Bir sineğin kanadını oynatması, Arş-ı Rahman'ı titretir.” Fırtınaların nasıl başladığı bilinmediği için bu olayın gerçekten bir kelebeğin/sineğin kanat çırpmasıyla mı olduğu haliyle bilinmiyor. Asıl anlatılmak istenen şey tüm her şey, kuantum seviyesinde etkileşim halinde ve küçük bir şeyin de etkisi hesaba katılmalıdır şeklinde. Küçük şeyler, tüm her şeyin sonucunu değiştirebileceğinden, bir şeyin sonucunu tam ve kesin olarak bilmek mümkün değil (Kaos teorisi). Mesela, düşen bir yaprağın nereye düşeceği düşme hızı, rüzgarın o “an”ki hızı vs gibi çok şeye bağlı ve yeri tam olarak bilmek imkansız. Aklınıza biri gelince onun aramasını, kuantum dolanıklığına bağlayan, yani düşüncenin bile çok şeyi değiştireceğini söyleyen teoriler var. Ancak kelebek etkisinin özeti, tüm her şey birbiriyle bağlı ve etkileşim içinde olduğundan, hiçbir şey kesin değil ama her şey mümkün. Zaman yolculuğu yazımıza konuyla ilgili başka bir gerçekle ANTİ-MADDE ve devamında gelen ANTİ-EVREN (farklı evrenler) ile devam edelim. Ancak antimadde konusu biraz uzun olduğu için 2 ayrı bölüm halinde yazacağım. Yaklaşık 90 yıl önce, kuantum mekaniğindeki bazı sorulara cevap arayan Dirac isimli genç bir bilim adamı ilginç bir keşif yaptı. Atom çekirdeğinin etrafındaki "eksi" yüklü elektronun "artı" yüklü olanını bulmuştu. Yer yerinden oynadı, çünkü böyle bir şey imkansızdı. Ama sonuçlar doğruydu. (-) yüklü elektronun, (+) yüklü "zıttının" olduğu ispatlanmıştı. Buna anti-elektron anlamında pozitron denildi. (-) yüklü elektonun zıttı varsa, (+) yüklü protonun da zıttı olmalıydı ve tahminler doğru çıktı, 30 yıl sonra antiproton da keşfedilmişti. Akla daha büyük resim geldi. Eğer atomaltı parçacıkların karşıtları varsa, atomların da karşıtı olmalıydı. Denemek için hidrojen seçildi. Tahminler yine doğruydu: Laboratuvar ortamında hidrojenin tamamen karşıtı olan anti-hidrojen üretilmişti, üstelik çok sayıda. Pozitronun keşfini yapan Dirac, Nobel ödülünü alırken şöyle demişti; “Madem anti-elektron var, antimadde, hatta anti-evren de olmalıdır.” Ve arayışlar başladı. Anti-madde, laboratuvar ortamında üretiliyorsa, evrende bir yerlerde olmalıydı, benzer şekilde anti-evrenler de olmalıydı. Antimaddeyi 2.kısımda anlatacağım. Anti-evrenler, yani "zıt ikiz evrenler" ile devam edelim. Bunun için 2 teori ortaya atıldı. İlki, bizdeki maddenin karşıtı olan antimadde ile dolu bir evren, yani bizdeki her şeyin karşıtının olduğu bir yer olabileceği teorisi. Bu evrende sadece yükler yer değiştirdiği için oradakiler bu durumu bilmiyorlar ama orada anti ikizlerimiz, anti şehirlerimiz vs var. Diğer teori, "ayna evren" teorisi. Bu teoriye göre uzaklarda bir yerlerde dünyanın ikizi olan bir yer var ama Dünya’nın aynası şeklinde. Yani kalpleri sağ tarafta, hemen herkesin solak olduğu bir yer ve buradakiler sağı solu değişmiş bir evrende olduklarını bilmiyorlar. Ancak ilerleyen zamanda her 2 teorinin de gerçekleşmesinin mümkün olmadığı ispatlandı. Üstelik ispatlar, Nobel ödülüne layık görülmüştü. Anti-parçacık keşfinin asıl heyecan verici kısmı, anti-evrende değil, antimadde kısmında yaşandı. Çünkü buradaki sonuçlar çok ilginçti. CERN'de de uzun yıllardır çalışılan antimadde konusu, uzay ve zaman yolculuğu için en büyük umutlardan biri. Antimadde pek çok açıdan cazip ve ilginç, öyle ki Dan Brown’un Melekler ve Şeytanlar kitabı ile Uzay Yolu’ndaki Atılgan’a konu oldu. Antimaddeyi sıra dışı yapan şey, deneyler esnasında keşfedilmişti. Parçacık ile anti-parçacık yan yana geldiğinde ikisi de yok oluyordu. İkisi yan yana geldiğinde, ikisi de kayboluyor ve enerji açığa çıkıyordu. Tersi de geçerliydi, enerjiden madde ve antimadde doğuyordu. Akıllara "büyük patlama" anı geldi. O anda, madde ve antimadde eşit olmalıydı. İkisi yan yana geldiğinde patlama oldu diye düşünüldü. Diğer yandan, “biz yaşıyorsak, demek ki evrende madde miktarı, antimaddeden daha fazla” denildi ama neden fazla olduğu hala çözülemedi. Evrende hala madde varsa, arta kalan anti-madde de olmalıydı. Bu yüzden evrende doğal “antimadde avı”na çıkıldı ama pek sonuç alınamadı. Ancak nispeten yakın zamanda uzayda “antimadde çeşmeleri” bulundu, ayrıca gama ışınlarında ve yıldırımlarda antimadde olduğu saptandı. Bu antimaddeleri toplamak çok zor olduğu için, iş CERN’e ve dünyadaki bir kaç büyük laboratuvara düştü ve antimadde üretimine başlandı. Laboratuvarların antimaddeye büyük ilgi göstermesinin bir nedeni vardı: Madde ve antimadde ikilisinden ortaya çıkan "devasa" enerji. Bir örnek vermek gerekirse, bir antimaddenin içindeki enerji, normal roket yakıtındaki enerjiden "1 milyar kat" daha fazla!!! Bu da 4 miligram gibi çok az bir antimadde ile bir kaç hafta içinde Mars’a gitmek demek ya da daha fazlasıyla çok daha uzaklara... Bu yüzden Avrupa’da CERN, Amerika’da Fermilab laboratuvarları yıllardır antimadde üretme üzerinde çalışıyor ancak büyük bir sorun var. Antimadde, madde ile yan yana geldiğinde patladığı için, üretmek için çok çok özel sistemler gerekiyor, bu da fiyatı "aşırı" artıyor. Şu anda dünyadaki en pahalı şey ne elmas, ne de yakut. Gram fiyatı 62,5 trilyon $ olan antimadde! (fiyatı bi' daha okuyun). Zaman geçtikçe fiyatlar düşecek ama şimdiye kadar Fermilab, yılda sadece 1,5 "nanogram" antimadde üretiyor, CERN ise daha az. 40 yıl içinde antimadde üretiminin artması ve antimadde kullanan roket motorlarının geliştirilmesi planlanıyor (NASA çoktan başladı). Bunlar gerçekleştiği takdirde, hem şu an hayal olan galaksiler arası yolculuk, hem de zaman yolculuğu gerçekleşmiş olacak. Yazıya KARANLIK MADDE/ENERJİ ile devam edelim. Bu konular doğrudan değil, dolaylı yoldan uzay/zaman yolculuğu ile ilgili ve çok soruluyor. İnsanoğlu antik çağlardan beri evrenin boş olmadığını, göremediğimiz sıvılar/gazlarla kaplı olduğunu düşündü ve farklı isimler verdi. Bilim ilerleyip, teknoloji geliştikçe bu konudaki bilimsel çalışmalar arttı, ancak öne sürülen yeni teoriler/görüşler ciddiye alınmadı. Ancak 70’li yıllarda ilginç bir gözlem yapıldı. Bir galaksinin etrafındaki bazı yıldızların olması gerekenden daha hızlı döndüğü görüldü. Hesaplar, simülasyonlar tekrarlandı ancak yıldızların dönme hızı, normalden daha fazlaydı. Bir şey, "bir kuvvet" onları hızlandırıyordu. Bu kuvvetin ne olabileceğine dair fikir yoktu, çünkü görünürde hiç bir cisim yoktu.Teleskoplar göstermiyor, sanki bir yerde saklanıyordu. İşin içinden çıkılamayınca bu cismin, ışık yaymayan, görünmeyen ancak kütle çekimi olan “karanlık bir madde” olabileceği öne sürüldü. Teoriye göre, yıldızlar bu görünmez maddenin yanından geçerken kütle çekiminin etkisine kapılıyor ve böylece daha da hızlanıyorladı. Bilim kadını Vera’nın Nobel’e layık bu tespiti, uzun yıllar kabul görmedi, ta ki 10 yıl önceye kadar. 2006’da ilk somut verilere ulaşıldı. Karanlık maddenin varlığı keşfedildikten sonra bu defa bilim insanları evreni yeniden modellediler, ancak hala eksik bir şeyler vardı. Tahmin ve hesaplara göre evrenin çok küçük bölümünü görebildiğimiz madde, biraz fazlasını göremediğimiz madde oluşturuyordu. Geri kalan? Geri kalan eksik kısım için tekrar evrene bakıldı. Evren sürekli genişliyordu, üstelik bu genişleme yavaşlamıyor, aksine hızlanıyordu. Evrenin giderek artan bir hızla genişlemesi akla şu soruyu getirdi: Galaksileri hem dağılmadan tutan, hem de onları iten bir şey mi var? Bu sorunun cevabı, "galaksiler arasında elastik, görünmeyen bir ağ, bir enerji var" olarak verildi ve buna "karanlık enerji" denildi. Karanlık madde ile karanlık enerji arasında bir bağ var mı, henüz bilinmiyor. Bunların nasıl olduğu, yapıları vs de bilinmiyor. Karanlık maddenin görünmeyen yıldızlar mı, yoksa moleküller hatta atomlar seviyesinde küçük şeyler mi olduğu da henüz anlaşılamadı. Ancak bilinen bir şey var: Gördüğümüz her şey evrenin %5'ini oluşturuyor. Geri kalanların %25'i karanlık madde, %70'i ise karanlık enerji. Zamanda yolculuk konusuna şimdiye kadar hem makro açıdan (Einstein’ın izafiyet teorisi), hem de mikro açıdan (kuantum teorisi) baktık. Einstein’ın teorisi gezegenler, yıldızlar, kara delikler gibi dev boyuttaki şeylerin mekanizmasını açıklıyor ama kuantumu açıklayamıyordu. Kuantum teorisi de, atom altı parçacıkların davranışlarını, tabuları yıkan bir anlayışla açıklıyor ama konu makroya geldiğinde duruyordu. Her 2 teori de ispatları yapılmış, bilim çevrelerince kabul görmüş çok önemli, devrim niteliğindeki teorilerdi ama sanki bir şey eksikti. Evreni tamamen kapsayan, her şeyin açıklamasını bilimsel olarak yapan, mikro ve makroyu birleştiren başka bir teoriye ihtiyaç vardı. Bu noktada karşımıza Stephen Hawking çıktı ve “Herşeyin Teorisi” olarak da bilinen M-Teorisini ya da Sicim (Tel) Teorisini geliştirdi. Hawking, bu teoriyle makro boyutu açıklayan Einstein’in teorisi ile mikro boyutu açıklayan kuantum teorisini tek teoride birleştiriyordu. Bu teorinin özünde, atom altı parçacıkların nokta şeklinde maddesel değil, sürekli titreyen tel (sicim) gibi olduğu kabulü vardı. Buna göre, evrendeki istisnasız her şeyin özünde enerji vardı ve her şey hareket halinde, çok çok küçük boyutlarda sürekli titriyordu. Her şeyin özünde enerji olduğunu bilim yakın zamanda keşfetti, ancak spiritüel açıdan durum farklı. Çünkü bazı dinlerin temelinde bu var. Mesela, Budizm'de her şeyin temelinde enerji vardır. Nirvanaya giden yolun en temeli “boşluk"tur, bu boşluğun özü ise enerjidir. Antik Mısır’da da benzer durum var. Mısırlılar, her şeyin temelinde "çekirdek" dedikleri titreyen şeyler olduğunu düşünürlerdi. Kabala’da da durum farklı değil. Kabala inancının temelinde “ışık” vardır, ancak bildiğimiz anlamda değil, Tanrı’nın "sınırsız ışığı"dır. İslam’da ise tasavvuf anlayışında benzer durum var. İbn-i Arabi’nin her şeyin özü dediği Cevher-i Ferd, titreyen tel (sicim) ile aynıdır. Tasavvufa göre, Cevher-i Ferd ilk olarak herşeyin başı olan Elif harfinde başlar, önce harfi, sonra kelimeyi ve kainatı oluşturur. Sicim teorisinin ortaya koyduğu bir diğer şey Çok Boyutlu Evren. Bu kısım aklın sınırlarını zorluyor ancak matematiksel olarak ispatlandı.

Sicim teorisinin 2.bölümünden (çoklu evrenler) önce anlatacağım şeyler, floodun doğrudan konusu ve bilimsel değil, ancak çok istek var. Meşhur bilim adamı Nikola Tesla şöyle demişti: Evrenin sırlarını öğrenmek istersen herşeyi enerji, frekans ve titreşim olarak düşün! Tesla’ya göre evren büyük bir titreşimden (enerjiden) başka bir şey değildi ve bizler de bu titreşimin küçük birer yansımalarıydık. Ve biz dahil canlı cansız her şey, düşüncemiz bile bir tür enerjiydi (telepati?) ve her şeyin ama her şeyin özünde enerji vardı. Tesla’nın bu düşüncesine benzer şekilde, insanın ve evrenin bir tür enerji olduğunu farklı inançlar farklı tanımlamalarla anlatmıştı. Buna göre, insan bedeninin çevresinde, sıradan insanların göremeyeceği bir tür enerji alanı ya da meşhur tabirle "aura" var! Üstelik aura sadece insanlarda değil, canlı cansız herşeyin etrafında var ama canlılardaki hareketli, cansızlardaki sabit. Bu enerji alanı ya da auranın ismi değişiyor. Hintlilerde prana, Çinlilerde Çi, Kabala’da Nifiş diye geçiyor. Biz ise "nur" diyoruz. Bazen resimlerde ya da betimlemelerde gördüğümüz insan başının üzerindeki "hale"nin temelinde bu var.









Yine resimlerde, kutsal kabul edilen insan bedeninin etrafındaki ışıklarda ve bizim "nur yüzlü" deyişimizin arkasında gerçekte bu var. Bu inançlara göre enerjiden oluşan insanın belli enerji merkezleri var. “Çakra”yı duymuşsunuzdur: Enerji merkezinin Hint felsefindeki adı. Çakra'nın pek çok inançta farklı isimleri var. Mesela tasavvuftaki karşılığı letaif. El, ayak, kalp gibi yerler çakra (letaif) noktası. Bunlara göre çakraları görebilmek için normal insanların enerjisinden yüksek bir enerjiye sahip olmak gerekiyor (Neler anlatıyorum böyle?). Yazı asıl amacından başka yöne gidiyor, o yüzden bu kısmı burada bırakıp, daha sonra sicim teorisinin 2.kısmını anlatacağım... Yazıya biraz ara verdiğimiz için önce kısa bir hatırlatma yapayım. Sicim teorisine göre her şeyin özü titreyen çok küçük sicimlerdi. Yani katı sandığımız şeyler bile çok çok küçük boyutlarda, sürekli titreyen bir tür enerji yumağından (sicimden) oluşuyordu. Bu sicimlerin boyutu o kadar küçük ki, bir sicimin bir atomun büyüklüğüne oranı, bir atomun bütün Güneş Sistemi’ne olan oranına eşit! Ancak teorileriyle ilgili hesapta bir sorun vardı. Çünkü evrenin 3+1 (zaman) boyutlu olarak hesaba katılması durumunda, çözüm tıkanıyordu. Sicimlerden, sabun baloncuğunun zarı gibi düşünülebilecek membranlar oluşturuldu. Teoriye göre bunlar çok boyutta varlık gösteriyorlardı. Çalışmalarda 4 boyuttan başka boyutların da olabileceği hesaba katıldı. 5,6,7 derken toplamda "11 boyutlu evren" çözümü sağlıyordu. Bu çözüme göre bildiğimiz, yaşadığımız ya da algıladığımız 4 boyutlu (3 boyut + zaman) evrenin dışında 7 boyut daha vardı (7 katlı gök?). Sağ-sol, aşağı-yukarı, ön-arka olarak bildiğimiz 3 boyut, zamanla birlikte 4 boyut vardı ama bilmediğimiz 7 boyut daha olduğu öğrenildi. Akıllara hemen şu soru geldi: "Peki ama madem algıladığımızın dışında 7 boyut daha var, onları niçin algılayamıyoruz?" Bilim adamlarına göre büyük patlamanın ardından bizim bildiğimiz 4 boyut, kozmik büyüklüğe erişti ama kalan 7 boyut sicim boyutunda kaldı. Ancak bu 7 boyut, sicim yumakları şeklinde tüm evrene dağıldı. Yani yaşadığımız evren içinde algılayamadığımız diğer boyutlar vardı. Bir boyuta gidebilmek için, daha üst bir boyuta gitmeye gerek vardı. Yani 4. boyut olan zamanda yolculuk için, 5.boyuta çıkmak gerekiyor. Böylece evrenin, 11 boyuttan oluşan, tüm her şeyin birbirine bir yapıyla bağlı olduğu kabul edildi ki, bu yapı da zardı (membran). 11. boyut, 1 mm'nin trilyonda biri ölçüsünde 3 boyutlu dünyamızın her noktasında vardı. Yanı başımızda ama algılayamadığımız bir evren.

Teoriye göre bizim evren de, sicimlerden meydana gelmiş 3 boyutlu bir zardı ve 11 boyutlu hiper uzayda baloncuk gibi hareket ediyordu. Sicim teorisi, kuantum (mikro) ile kütle çekim (makro) teorilerini birleştirmişti, ancak kütle çekimi tam olarak açıklayamıyordu. Çünkü evrendeki 4 temel kuvvetten biri olan kütle çekim (yer çekimi), diğer kuvvetlere göre çok zayıftı ve neden olduğu bilinmiyordu. Bu sorunun cevabı sicim teorisinin temellerinde arandı ve sonunda bir çözüme ulaşıldı: "Farklı evrenler" kütle çekimini zayıflatıyordu. Bir yandan algılayamadığımız 7 boyutun olduğunu öğrenmek, diğer yandan başka evrenlerin varlığını kabul etmek insanlar için zordu. Ancak matematiksel denklemler ve fiziksel yorumlar, kaçınılmaz olarak açığa çıkan bu gerçeğe işaret ediyordu: 11 boyutta çoklu evrenler...
Fiziğin çoklu evrenler ya da paralel evrenler dediği gerçeğe, eskiler “evren içre evrenler” diye önceden işaret etmişlerdi. Teoriye göre bizim dışımızda çok sayıda evren var ve bunlar da bizim evren gibi sicimlerin oluşturduğu zarlardan (membranlardan) oluşuyor. Bu olayı, bir küvetteki baloncuklar gibi düşünün. Çok sayıda farklı boyutlarda baloncuklar var, her bir baloncuk başka bir evren demek. Peki kaç tane evren var? Bu sorunun net cevabı yok, ancak teoriye göre binlerce, milyonlarca hatta sonsuz sayıda paralel evren olabilir. Evrenimizde ışık hızını geçmek pratikte mümkün değil. Ancak denklemlere göre bu hız aşıldığında kütle sanallaşıyor (soyutlaşıyor). Madde soyut olunca, enerji de soyut olacak, bu da o evrendeki kütle enerji tüketmeyecek, üretecek demekti (negatif entropi). Bunun anlamı, zaman oku tersine işlediği için bu evrenlerde zaman tersine akabilir ya da durmuş, yani sonsuz/ebedi olabilir demek. Evrenimizde yaşaması mümkün olmayan bu sanal(soyut) yapılar, diğer boyutlardaki başka evrenlerde varlık gösteriyor olabilir (Takyonlar?). Yani maddenin, enerjinin, mekanın, uzayın ve zamanın bizimkine hiç ama hiç benzemediği evrenlerden (alemlerden) bahsediyoruz! Teoriye göre, bulunduğumuz evrenden diğer evrenlerin bulunduğu uzaya/evrene geçmek normal şartlarda mümkün değil. Benzer şekilde, yine normal şartlarda 11 boyutlu hiper uzaydaki diğer evrenlerle bizim iletişim kurmamız mümkün değil. Hawking’e göre beynimizdeki hiçbir şey, bir bütünden bağımsız olarak gerçekleşmiyor. Çünkü her şey birbirine bağlı sicimlerden oluşuyor. Birinin kötü haberini daha bize söylenmeden hissetmek ya da bir şeyin daha gerçekleşmeden içimize doğması da aslında bununla ilgili. Bizim dünyamız ve evrenimiz de sicimlerden oluşuyor, diğer evrenler de ve hepsi 11 boyuttaki, süper bir sicim (büyük zar) içinde. Daha da ilginç olan diğer boyutlardaki tüm evrenlerin 11. boyuta doğru hareket ettiği ve 11. boyuttan diğer tüm evrenlerin görülebildiği. Yani boyutlardan bağımsız, soyut ya da somut olan ne varsa, her şey bir şeye doğru meyil ediyor ama bir şey zaten her şeyin içinde. Bu bölümü Graudy’nin bir sözü ile bitirelim: “Evren, gerçeğin dış ve görünen yüzüdür. Gerçek ise evrenin iç ve görünmeyen yüzü...” Yazının yeni bölümüne geçmeden önce sicim (M) teorisini bir video ile kısaca hatırlatalım. Sahne "True Detective" dizisinden.




Mr. Cohle’ün bahsettiği “Şimdi, bizim için bu bir küre. Ancak onlar için bu bir çember” dediği konu doğrudan olmasa da hologramla ilgili. “Holografik evren”i hemen herkes duymuştur ya da meşhur Matrix filmini izleyip, Neo’nun Matrix’den nasıl çıktığını izlemiştir. Kavram kargaşası olmaması açısından önce şunu ekleyelim: İlk bölümde anlatacağım holografik evrenin, Matrix’deki illüzyonla alakası yok. Holografik evrenden kasıt, evrenin 3 boyutlu fiziksel/nesnel gerçekliğinin, 2 boyutta gerçekleşen etkileşimlerle olduğu şeklinde. Ancak bunun devamında anlatacağım 2. kısımda, diğer anlama gelen holografik evrene de kısaca değineceğim. Sicim teorisine göre 3 boyutlu olarak algıladığımız evren, 2 boyutlu membranlar (zarlar) ile kaplıydı ve bunlar frizbi gibi hareket ediyorlardı. Benzer şekilde, 4. boyutta 3 boyutlu “kütlecikler”, 5. boyutta 4 boyutlu “kütlecikler” vb vardı.Yani alt ve üst boyutlar arasında bir ilişki düşünüldüğünde çok soyut gelen bu durumu somutlaştırabillmek için buna çok benzeyen, günlük hayattan bir örnek verildi: Hologramlar.
Hologramı hemen hepimiz günlük hayatta farklı uygulamalarda görmüşüzdür. 2 boyutlu bir yüzeye doğru açıdan baktığımızda, 3 boyutlu şekli görürüz. Hologramı eskiden dergi ve gazetelerin eklerinde görürdük, zamanla çok yerde kullanılır oldu. Hatta cebinizdeki kredi kartında bile var. Hologramda daha yüksek boyuttaki (3) bilgiler, daha düşük bir boyut (2) içine saklanıyor. Yani alt boyut, üst boyut tarafından kodlanıyor. O zaman 3 boyutlu evrenimiz, daha üst boyutlar tarafından mı kodlandı? Bu kısmı şimdilik burada bırakalım ve başka açıdan devam edelim.

Sicim teorisi daha önce de anlattığım gibi mikro ve makroyu açıklayan 2 teoriyi birleştirmeye ve “her şeyi” açıklamaya çalışan bir teori. Ancak teoriyle ilgili hala sorunlar vardı. Bunlardan biri de yer çekimi (kütle çekimi) ile ilgili bazı soruların cevapsız kalmasıydı. ~20 yıl kadar önce bir grup bilim adamı, kütle çekiminin sonsuza yakın derecede küçük, titreşen sicimlerden kaynaklandığını öne sürdü. Bilim dünyasında yankı bulan ve kara deliklerin kütle çekimindeki çalışmalarla desteklenen bu teoriye göre evren bir hologram olabilirdi. Karadelik konusundaki en önemli ve cevaplanamayan sorulardan biri, “karadeliğe düşen cismin akıbetinin ne olacağı” idi. Kara delikler, bir kütlenin küçük bir hacme çökerek sıkışması ve devamında oluşan kütle çekimin devasa boyutlara ulaştığı yerler. Mesela Dünya'yı boncuk büyüklüğünde bir boyuta indirebilseydik, bir kara delik ve sonunda çok büyük bir kütle çekimi oluşacaktı. Ancak burada bir çıkmaza giriyoruz, çünkü fiziğe göre evrende korunan şeylerden biri de, “bilgi” ama kara delik her şeyi yok ediyor? Devam etmeden önce “bilgi”yi açıklayalım. Su dolu bir kap düşünün. Bu kapdaki suyun sıcaklığını ve hacmini kolaylıkla tanımlayabiliriz. Ancak “aynı” sudan bir kap daha istemiş olsak, mikro boyuta inip o anda moleküllerin hareketini, pozisyonunu vs. bilmemiz gerekirdi. Bunlar, su için “bilgi” dir. Ancak gizlidir, çünkü bu bilgilere erişmemiz neredeyse imkansız gibidir.

Benzer durum tüm her şey için geçerli. Fizik yasalarına göre “bilgi” silinemez. Mesela bilgisayardaki bir şeyi sildiğinizde, gerçekte o “bilgi” evrene yayılmıştır. Sildiğinizi sandığınız "bilgi", aslında başka bir forma (ısıya) dönüşür, evrene yayılır (Bu yüzden bilgisayarlarda soğutucu kullanıyoruz). Bu gizli bilgi, daha önce anlattığım “entropi”. Her şeyin bir entropisi olduğu gibi, bilim adamlarına göre kara deliğin de entropisi var. Ve bir şeyin saklayabildiği “gizli bilgi”, o şeyin "alanıyla" orantılıydı. Kara deliğin saklayabildiği bilgi de, alanında saklıydı. Bu noktada tekrar "kara deliğe giren cisim ne olur" sorusuna dönüyoruz. Bir kara deliğin evrenle arasındaki sınıra, olay ufku deniliyor. Teoriye göre bir cisim olay ufkuna girdiğinde, cisim kara delikteki "geri dönülemez sınıra" doğru gidiyor ve sonra yok (?) oluyordu. Ancak cisim yok olmadan önce ondaki "gizli bilgi", olay ufku ile geri dönülmez sınır arasındaki bölgede kalıyordu. Yani kara deliğe giren bir cismin kendisi kara delikte yok olmasına rağmen, ona dair tüm “gizli bilgiler” yok olmamış, yüzeyde kalmıştı. Bu bilgileri tekrar bir araya getirip, cismi tekrar oluşturmak imkansızdı ancak o cismi “bilgi” anlamında yapan ne varsa, oradaydı. Bu durum, hem fizikteki "bilgi"nin korunumunu izah ediyor, hem de kara deliklerdeki kütle çekimine açıklama getiriyordu. 3 boyutlu bir cismin tüm bilgilerinin, 2 boyutlu bir yüzeyde saklanıyor olması, akla hologramı getirdi. Çünkü hologramın çalışma şekli de aynıydı. Çalışma ilginç bir sonuca götürdü: 3 boyutlu olan evren, bir kara deliğin 2 boyutlu olay ufkundaki yassı bir resim olarak tariflenebiliyordu. Buna göre, şu anda 3 boyutlu olarak algıladığımız ne varsa, gerçekte 2 boyuttaki etkileşimlerde gerçekleşiyordu, orada kodlanmıştı. Ve biraz garip ama şu an etrafımızda olan ne varsa, 3 boyutlu sandığımız tüm her şey, gerçekte 2 boyuta kodlanmış bir tür hologramdı. Daha da ilginci, 2 boyutlu olay ufkunda kütle çekim etkili olmayacağı için zaman duracak, holografik evrenin yüzeyi, tüm zamanı gösterecektir. Daha önce anlattığım konuya tekrar geldik: Yani evrende geçmiş, şimdi ve gelecek hep var ve 2 boyutlu tek bir resim halinde duruyor. Ve evrene dair her şey, evrenin olay ufkuna (sınırındaki) kodlanmış durumda, bir nevi evrenin alın yazısı orada... Zamanın akmadığı, evrendeki tüm her şeyin orada kodlandığı bir yer gibi...


Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/723986038637649920



Devamını Oku »