11.10.2017

Tarihten Bir Kadın: Olga




   Bugün size tarihten bir hikaye anlatacağım. Başta Games of Thrones olmak üzere pek çok diziye, filme, kitaba ilham olmuş bir kadının hikayesi.

   Uzun yıllar öncesine gidiyoruz. Bizim ataların gruplar halinde Orta Asya bozkırlarından çıkıp, sağa sola dağıldıkları bir döneme...O gruplardan biri olan, Oğuzların 19.boyu Peçenekler, gittiği yerlerde sürekli savaşmak zorunda kalmış ve kâh yenmiş, kâh yenilmişti. Yenildikçe sürülmüş, yendikçe topraklarını genişletmişlerdi. Sürekli yendikleri bir dönemde, Slav Prensliklerine komşu oldular. O komşularından biri de Kiev Prensi Igor'du. Günün birinde Igor'un vergiye bağladığı başka bir prenslik (Drevlian) isyan bayrağını çeker. İsyanın sonunda Igor öldürülünce, tahta geçen kişi eşi Olga olur, çünkü oğulları henüz 3 yaşındadır ve taht için hiç uygun değildir.





 
   Igor'u öldürten Drevlian Prensi'nin ilk işi, Olga'ya 20 kişilik bir elçi gönderip, Olga'nın kendisiyle evlenmesini istemektir. Kocasının intikamıyla yanıp tutuşan Olga, bu fırsatı kaçırmaz ve gelen tüm elçileri öldürür. Ancak bu Olga için sadece bir başlangıçtır. Prense haber gönderir ve evlilik teklifini kabul ettiğini ama kendisine eşlik etmesi için şehrin en soylularını göndermesini ister. Prens hemen isteği yerine getirir. Şehrin asilzadelerini toplayarak, Olga'ya gönderir. Kendisi de bir yandan düğün hazırlıklarına başlar. Asilzadeleri çok iyi karşılayan Olga, onlara yemekler verir, güzel sözler söyler. Sonra da onlar için prensliğin hamamını hazırlatır. Güzel ağırlanmaktan oldukça memnun olan asilzadeler, hamama girdiklerinde kapı üzerlerine kilitlenir ve hepsi diri diri orada yakılır.






   Olga için bu da yeterli değildir, tekrar haber salar. Evlenmeden önce o şehirde kocası için bir cenaze yemeği vermek istediğini söyler. Teklifi kabul edilir, şehirde büyük sofralar kurulur. Halk ziyafet için Olga'yı beklerken bir ordunun geldiğini görür ama artık çok geçtir. Olga, 5000 kişiyi kılıçtan geçirir. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmaz ama intikam için yapacakları henüz bitmemiştir.





   Aylar sonra Drevlian'ın başkenti Iskorosten'i kuşatmaya alan Olga, burada tarihin gördüğü en sinsi savaş planlarından birini yapar. Şehre haberciler gönderir ve her evin, kendisine ait 3 güvercini ya da kuşu göndermesi karşılığında kuşatmayı kaldıracağını vaat eder. Haberi duyan halk sevinir, çünkü önemsiz bir şey karşılığında hayatları kurtulacaktır. Evde beslenen ya da eve yuva yapmış kuşlar verilir. Güvercinleri alan Olga, her kuşun bacağına kükürte batırılmış uzun bez bağlatır ve gece olunca da bezleri ateşe verip, kuşları salar. Ayaklarına bağlı yanan bir bezle uçan kuşlar, yuvalarına döndüğünde evlerde yangınlar başlar. Yangına uykuda yakalanan halkın çoğu ölür. Yangından kaçıp canını kurtarmaya çalışanlar,dışarıda bekleyen Olga'nın askerlerinin kılıcından kurtulamaz. Olga artık intikamını almıştır. Yıllar geçer, oğlu büyümüş, kendisi ise artık yaşlanmıştır. Tahtı oğluna bırakır ama kendisi arka planda yönetmeye devam eder.





   İlerleyen zamanda çok tepki çeken bir karar vererek Paganlık'tan Hristiyanlığa geçer ve vaftiz için Konstantinopolis'a (İstanbul'a) gider. Tahttaki oğlu da topraklarını genişletmek için sürekli seferlere gitmektedir. O günlerin birinde, bizim atalar Kiev'i almaya karar verir. Şehri kuşatma altına alan atalar, Olga'yı ve halkı teslim olmaya zorlar ama Olga'nın yine bir planı vardır, Peçenekçe bilen birini seçer. Gizlice şehirden çıkarılan bu kişiyle nehrin öbür tarafında bekleyen, Peçeneklerin görmediği az sayıdaki askerine haber gönderir. Planı duyan askerler gece yarısı gemilere biner ve şarkılarla, davullarla, bağıra çağıra büyük gürültü çıkartarak şehre doğru ilerlerler. Bunu gören atalar,büyük yardım geldiğini düşünüp panikle kuşatmayı kaldırmaya başlar.Tam bu sırada Olga şehirden çıkararak saldırıya geçer. Haliyle bizimkiler daha da dağılır, savaşı kaybederek kaçarlar. Olga'nın planı mükemmel bir şekilde işe yaramış, şehir kurtulmuştur. 1 Yıl sonra Olga, eceliyle ölür. İlerleyen zamanda, Peçenekler Olga'nın oğluyla savaşır, bu defa galip gelerek oğlunu öldürürler. Kocasının intikamı için binlerce kişiyi acımadan öldüren Olga, sonraki yıllarda "aziz" ilan edildi. Bugün Kiev'de şehrin azizleri arasında.





   Bizim atalar mı? Orta Asya bozkırlarından kopup gelen başka bir grup ata tarafından tarihten silindiler...


Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/893557437424439296
Devamını Oku »

Bilim Tarihindeki En Büyük Haksızlıklardan Biri




   Asıl hikayeye geçmeden önce, hikayenin temelini oluşturan yıldızlar hakkında kısa bir bilgi vermem gerekiyor. Yıldızlar da insanlar gibi; doğarlar, büyürler ve bir müddet sonra da ölürler. Ancak yıldız ölümleri alışılmışın çok ama çok dışında. Toz ve gaz bulutları arasında doğan yıldızların çoğunun kaderi aynıdır. Büyürler, daha da büyükler, sonra bir patlamayla cüceye dönerler.





   "Bazıları şanslı doğar" derler ya, bazı yıldızlar da öyle. Şanslı doğanlar, diğerlerine göre daha büyük ve yoğun kütleyle hayata başlarlar. Zaman geçtikçe bunlar da diğerleri gibi büyür ama onlardan çok daha büyük boyuta, "süper dev" takma adını alacak boyutlara erişirler.





   Süper dev haline gelen yıldızlar, galaksimizde 50 yılda bir olduğu tahmin edilen çok şiddetli bir patlama geçirir (süpernova patlaması).





   Patlamadan sonra ya her şeyi yutan bir kara delik oluşuyor ya da kendisi küçük ama ağırlığı çok çok fazla nötron yıldızları. Bazı nötron yıldızları kendi etrafında çok hızlı bir şekilde dönerek radyo dalgaları ya da X ışınları yayıyorlar, bunlara pulsar deniliyor.




   Hikayemiz de pulsar yıldızlarıyla ilgili. Yani adeta deli gibi dönen ve deniz feneri gibi etrafına anlık ışık (dalga) yayan yıldızlara dair.





   
   İrlanda asıllı Susan Bell mimar babasının astronomi kitapları ve evinin yanındaki gözlemevi sayesinde küçük yaşta astronomiye merak salar. Ancak o yıllarda (1950-1960) gittiği okulda, kızların bilim dersleri alması yasaktır, müfredatı yemek ya da dikiş gibi derslerle doludur. Ailesinin ve diğer velilerin itirazlarıyla Susan, 2 kızla birlikte erkeklerin olduğu bilim sınıfına yerleştirilir ve yıl sonunda 1. olur. Başka bir okuldaki fizik öğretmeni onu çok etkiler, çünkü "çok şey öğrenmeyi değil, az şeyler arasında bağlantı kurmayı" öğrenmiştir. Hayalindeki astronom mesleği için hangi bölüme gitmesi gerektiğini, meşhur bir astronoma sorduğunda aldığı cevap fizik ya elektroniktir. Susan fizik bölümünü seçer, burayı bitirince de hayatını değiştirecek olan Cambridge Üniversitesi'nde doktoraya başlar.





   Doktora tez hocası Antony Hewish'dir ve İlk 2 yıl boyunca kendisine verdiği görev, devasa boyutlarda bir radyo teleskobunu inşa etmektir. 2 Yıl boyunca geceli gündüzlü çalışır, teleskobu zamanında ve doğru olarak inşa etmeyi ve çalıştırmayı başarır.





   Teleskop faal duruma geçince onu kullanma ve gelen verileri manuel analiz etme işi de Susan'a verilmiştir (o yıllarda bilgisayar yok). Susan, teleskoptan her 4 günde bir gelen, 120 m boyundaki yani bir futbol sahası uzunluğundaki grafikleri incelemeye başlar. Gece gündüz demeden bu 120m uzunluğundaki grafikleri yere serer, santim santim inceleyerek verileri analiz ederdi. Çok geçmeden bu devasa uzunluktaki grafiklerde sadece 2,5cm'lik yer kaplayan farklı bir sinyal dikkatini çeker.





   Sinyal küçük ama çok hızlı ve düzenli (periyodik) görünüyordur. Tez hocası ve diğer hocalara danıştığında, aldığı cevap "hata vardır" olur. Hata olmadığına ikna edince, bu defa hocaları sinyalin uzaylılardan geldiğini düşünür ve buna "küçük yeşil adam" manasında LGM1 denilir. Susan, sonraki günlerde verileri incelemeye devam ettiğinde farklı bir kaynaktan, öncekine benzer 2. bir sinyal daha bulur.





   Bu keşfi yaptığında 24 yaşında olan Susan kaynağın uzaylılar yada TV sinyalleri gibi insan yapımı olamayacağını tekrar hocalarına anlatır. Hocaları artık ikna olmuştur, kaynağın nedeni çok hızlı dönen yıldızlardır. Bunlara nabız gibi titreşen yıldızlar manasında pulsar denilir. O yıl içinde 2 sinyal daha keşfedilir ve bu keşfe dair bir makale yayınlanır. Makalenin yazarları arasında hocasıyla Susan da vardır.


   6 Yıl sonra Nobel Fizik Ödülü, "pulsarların keşfindeki üstün hizmetlerinden" dolayı Susan'ın makalede adı geçen 2 hocasına verilir.





   Teleskobu yapan, verileri analiz eden ve sinyali keşfeden "genç kız", ödüle layık görülmemiş, bilerek gözardı edilmiştir. Büyük astronom Fred Hoyle bu durumu, "bilim tarihindeki en büyük haksızlıklardan biri" olarak adlandırdı ama artık olan olmuştu. Susan, buna rağmen kendini bilime adamaya devam etti. Kariyeri boyunca pek çok başka başarılar elde etti, ödüller aldı, hiç durmadı.





   Hala hayatta olan ve Oxford Üniversitesi'nde hocalığa devam eden Susan, geçen yıl bir konferans için İstanbul'a gelmişti.





   O günlerde bir gazeteye verdiği röportajdan kısa bir alıntıyla yazıyı bitirelim.





Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/892836416371163138
Devamını Oku »

10.10.2017

Algılayamadığımız Gerçekler




  5 Duyu organından beyne iletilen sinyallerin yorumlanmasına "gerçek" diyorsan, "algılayamadığımız gerçeklere" yolculuğumuz başlıyor.

   ~350 yıl önce Isaac Newton, beyaz ışığı bir prizmaya yansıttığında olanlara şaşırmıştı. Çünkü prizmadan adeta bir renk cümbüşü yayılıyordu.






   7 Tane olarak saydığı bu renkler gökkuşağı renkleriydi (Günümüzde gökkuşağında 6 rengin olduğu varsayılıyor, Newton’un 7.rengi çivit yok)





 
   Newton bu deneyi yaptığında, ne kendisi, ne de bilim çevresi ne keşfedildiğinin farkında değildi. Ancak uzun yıllar sonra fark edilebildi. Önce şunu hatırlatalım: Işık uzayda yol alırken dalga gibi, madde ile etkileşimi esnasında tanecik gibi davranır. Dalgaları bilirsiniz, durgun suya bir taş attığınızda, oluşan halkalar genişleyerek etrafa yayılır. Aynı durum havada ve uzayda da var.


 



   Dalgalar yayılarak gittikleri için haliyle boyları ve frekansları (saniyede kaç devir yaptıkları) var ve buna göre sınıflandırılıyorlar.






   Işığı oluşturan en temel parçacıklara foton deniliyor ve bunlar az önceki dalgalar gibi yayılıyorlar ama her biri ayrı bir "dalgada". Bazı fotonların dalga boyları küçük, bazılarının ki ise büyük ama günlük hayatta kullandığımız ölçeklere göre bazı uzunluklar çok çok küçük. Hatta bazı dalga boyları o kadar küçük ki, bir metrenin milyarda biri ölçeğinde. Kolaylık olsun diye de bu ölçeğe “nanometre”(nm) denilmiş.





   İşin ilginç yanı bundan sonra başlıyor. Bir fotonun dalga boyu 700nm olduğunda, biz onu kırmızı olarak görüyoruz, 400 olduğunda ise mor…





 
   Sadece bunlar değil, dalga boyu değiştikçe diğer renkleri de görüyoruz. 500’de yeşili, 580’de sarıyı, 600’de turuncuyu gibi.





   İnsanoğlunun görebildiği dalgaların boyları 400 ile 700nm arasında. Peki bunların dışında kalan göremediğimiz dalga boylarında neler var?





   İngiliz Herschel, Newton’un yaptığı deneyde renklerin sıcaklığını ölçerken bir şey fark etti: Termometre kırmızıdan sonra da değişiyordu.





   Sıcaklığı artıran başka bir renk olmalıydı ama kırmızıdan sonra bir şey yoktu.Kırmızının/kızılın ötesinde, görünmeyen bir dalga olmalıydı. Herschel haklıydı, oradaki görünmeyen "kızılötesi" dalgalardı. Hani şu TV kumanlarında olan ya da eski telefonlarda kullandığımız “dalga”.


  

   Farkında olmasak da insan bedeni de kızılötesi ışıma yapıyor. Gece görüş kameraları, insan bedenindeki bu kızılötesini tespite dayalı.


 


 
   Eğer görebildiğimiz renk aralıklarından(mor-kırmızı) kırmızının ötesinde göremediğimiz bir dalga varsa “morun ötesinde” olamaz mı denildi.





   Cevap kısa zamanda geldi, morun da ötesinde algılayamadıklarımız vardı ve bunların boyları moru oluşturan dalgalara göre daha kısaydı. Morötesi (ultraviolet–UV) dalgaları biz göremiyoruz ama kedi, köpek, arı gibi çoğu hayvan görüyor. Ara sıra olağan dışı tepkileri bu yüzden.





   Güneşten yoğun şekilde gelen morötesi ışınları, atmosferdeki ozon tabakası engelliyor. (Mars’da ozon olmadığı için muhtemelen hayat da yok)

   Kızılın ve morun ötesinde göremediğimiz dalgalar varsa, bunların da ötesinde bir dalga olabilir mi diye sorulduğunda, yanıt gecikmemişti. Kızılötesinin daha da ilerisinde, dalga boyları biraz daha büyük olan yeni bir sınıf keşfedildi ve bunlara “mikro dalga” denildi. Mikro dalga denilince akla hemen mikrodalga gelmiştir ama farkında olmadığımız bir şey var: Cep telefonları da mikro dalga kullanıyor.


   


   Yani mikrodalgalar sürekli yanı başımızda. Cep telefonlarımızın artık görünmeyen antenlerinden yayılan mikrodalgalarla hep iç içeyiz.


 


   Sadece telefonlar değil, otobanda giderken yol kenarında bekleyen polis arabasından sizin hızınızı ölçen radar da mikro dalga kullanıyor.





   Bazı uyanıkların arabalarında kullandığı radar tespit cihazları da, polis radarlarından gelen bu mikro dalgaları tespit etmeye yarıyor.


   Mikro dalgaların daha da ilerisinde, dalga boyları metreler boyuna kadar çıkabilen bir dalga tipi daha keşfedildi: “radyo dalgaları" Eskiden yayını çekmesi için TV anteniyle oynar, havadan gelen sinyali yakalamaya çalışırdık. O yüzden TV stüdyolarında “On the Air” yazar.





   Her ne kadar artık sinyaller kablodan gidiyor olsa da, bunun doğrusu “On the Space”. Ancak şunu söylememiz lazım: radyo dalgaları her yerde. Radyoyu açıp, herhangi bir istasyona ayarlayın. Artık her tarafınızda radyo dalgaları var demektir, üstelik sürekli olarak.





   İlginç ama uzaydaki pek çok cisim radyo dalgası yayıyor. Bu sinyalleri tespit etmek için de özel radyo teleskoplar kullanılıyor.





   Büyük patlamayı (big bang) kanıtlayan en önemli kanıtlardan biri olan 1,9mm’lik dalga boyuna sahip ışıma da, radyo dalgaları sınıfındandı.





   Bu dalga skalasının (spektrum) öbür tarafında, morun daha da ötesinde, dalga boyu morötesinden daha küçük bir sınıf keşfedildi: X Işınları


  Kaşifinin ismi Alman Röntgen’in adıyla bildiğimiz X ışınlarına maruz kalmayanımız neredeyse yoktur, özellikle hastanelerde sıkça kullanılır.





   Hastanede teknisyen röntgen çekeceği zaman, kendisini ışınlardan uzak tuttuğunda röntgenin çok iyi bir şey olmadığını fark etmişsinizdir. Yanlış dozda kansere neden olabilen X ışınları sadece hastanelerde değil, bugün güvenlik gerektiren pek çok yerde de kullanılıyor.





   Uzayda da gök cisimlerden yayılan X ışınlarını tespit etmek için NASA’nın gönderdiği uzay araçları var: Rossi X-Ray Timing Machine gibi.





   X ışınlarının da ötesinde, çizgi film kahramanı yeşil çirkin dev Hulk’ı, Hulk yapan Gama Işınları var, yani insan için ölümcül seviyede.





   Gama ışınları patlaması, büyük patlamadan sonraki en güçlü patlamalar olarak biliniyor. Üstelik uzayda hemen her gün tespit edilebiliyor.





   Bu ışınlar ne anlatıyor, henüz bilinmiyor. Bunları anlamak için NASA’nın Swift isimli uzay aracı, uzun zamandır uzayda ölçümler yapıyor.





   Ve tüm bunları yapan fotonlar, evrenin en önemli sabitlerinden birinde, bir hızda yayılıyor: Işık hızı yani 300.000km/saniye.





Kaynak: https://twitter.com/lagaribey/status/889213757792149504
Devamını Oku »

Bir çizgi film/roman, bir ulusun kaderini belli oranda da olsa etkileyebilir mi?

 


   Çocukluğumuzun en hoş hatıralarından biri olan çizgi filmler pek gerçekçi olmasalar da, bazen günlük hayatta ilham kaynağı olabiliyorlar.

   Yıl 1964. Kuveyt’e ait bir gemi, taşıdığı 6000 koyunla birlikte batar. Geminin batması maddi açıdan olmasa da, başka bir açıdan çok önemlidir. Çünkü geminin battığı yer ,denizden su arıtma rafinerisinin bulunduğu yerdir, yani Kuveyt halkına içme suyu sağlayan çok önemli bir tesistir. Gemi bir an önce buradan çıkartılamazsa, ölen koyunların çürüyen bedenleri rafineriye ciddi zarar verecek, bu da halkı susuz bırakacaktır. Gemiyi bulunduğu yerden vinçle kaldırmak aylar alacaktı, oysa ne o kadar zaman vardı, ne de hızlı bir şekilde bunu yapabilecek bir firma...


   O yıllarda Kuveyt’te çalışan Danimarkalı mühendis Kari Kroyer’in aklına daha önce okuduğu bir Donald Duck (Vakvak Amca) çizgi romanı gelir. Çizgi romanda Vakvak Amca’nın yatı batmış ama 3 yeğeninin yardımıyla, yata pinpon topları doldurarak tekrar su yüzeyine çıkarmıştı.



   Kroyer, batan geminin de bu yöntemle çıkarılabileceğini düşündü ama tonlarca ağırlıktaki gemiyi çıkaracak kadar pinpon topu piyasada yoktu.




   Bu yüzden polistiren tozunu kaynatarak inci büyüklüğünde içi hava dolu toplar üretti ve pompalarla bunları geminin omurgasına yerleştirdi. Çizgi romandaki yöntem, gerçek hayatta işe yaramış ve 27 milyon içi hava dolu topun etkisiyle gemi yavaş yavaş hareket etmeye başlamıştı. Üç ay süren çalışmaların sonucunda gemi tamamen kurtarılarak kızağa çekilmiş ve Kuveyt halkı ciddi bir susuzluk tehlikesinden kurtulmuştu. Olay dünya basınında büyük ilgi çeker. Kroyer röportajlar verir, çizgi romanın nasıl ilham kaynağı olduğunu heyecanla ve espriyle anlatır. Bu başarısını tescillemek isteyen Kroyer ve şirketi, patent başvurusunda bulunur ancak hiç ummadıkları şekilde başvuruları reddedilir. Çünkü bu çözüm, daha önce basılı olarak bir kaynakta (çizgi romanda) yayınlanmıştır, bu nedenle de özgün bir geliştirme sayılmamaktadır. Kroyer ve şirketi, Vakvak Amca’dan hiç bahsetmeselerdi muhtemelen patenti alacaklardı ama artık iş işten geçmişti.

   Yıllar sonra meşhur Mythbusters ekibi, batan bir geminin pinpon toplarıyla kurtarılıp kurtulamayacağını görmek için bir deney yaptı. Küçük bir yatı bu amaçla batıran ekip, daha sonra yatı yukarı çıkarabilmek için 27000 pinpon topunu yata pompaladı. Sonuç mu? Videoada...





Devamını Oku »